Sars

ilüstrasyon: Gürbüz Doğan Ekşioğlu

ilüstrasyon: Gürbüz Doğan Ekşioğlu

      Yeni bir çağdayız: “SARS Çağı”. Deprem ülkesi olarak hep sarsılıp duruyoruz ama “SARS” başka bir görüntü sergiliyor önümüzde. Bu nedenle “sarsma”, “sarsılma” ve “dalgalandırma” diyerek eski günleri de anımsıyoruz bir ölçüde. Kısacası hiç kıpırdamadan durmak gerekiyor. Yüksek dozda ilaçlar içiriliyor hastalara. Şimdi bu hastalık “atipik zatürree” olduğuna göre bir anlamda ne olduğunu anlamamız güç oluyor. Zatürreenin anlaşılmaz başka bir biçimi olduğunu çıkarıyoruz. Ayrıca öldürücü. Hiçbir biçimde güldürücü değil. Bilim adamlarının ve bilim çevrelerinin açıklamalarına göre aslında ve temelinde nezle gibi bir hastalıkla karşı karşıyayız. Bir başka deyişle “akut solunum yetmezliği sendromu” deniliyor. Solunum yetmezliği olduğuna göre soluk almakta güçlük çekiyoruz, belki de soluk alamayıp boğuluyoruz. En zayıf bir olasılıkla nezle olarak hapşırık ve tıksırık aşamasında kalabiliyoruz. Gene de rahatsız edici ve borsaları sarsıcı, ekonomiyi altüst edici bir olay bu. Belki SARS değil de daral, kısacası daral geliyor insana bu hastalığa yakalandığında. Örneğin ben sık sık nezleye yakalanıyorum, kâğıt mendille burnumdaki akıntıyı kesmeye uğraşıyorum. Sevgili dostlarım bu duruma “Gümüş dere durmaz akar” diyorlar. Ben de “Yürüyelim arkadaşlar” diyorum ama nezlemi kesmek için burun damlası, antibiyotikler, buğu teknikleri kullanıyorum. Hiçbir gelişme olmuyor. Bu geçirdiklerim de SARS mı acaba? Ama bizim doktorların, sağlık kuruluşlarının rahatlığına bakıp “Bize bir şey olmaz, necip Türk ulusu böyle salgınlara dirençlidir” diyorum. Geçmiş yıllarda kolera çıktığında “akut barsak iltihabı” diyerek başarılı bir mücadele ile yerle bir etmiştik o hastalığı. Şimdi hiç aldırmıyoruz ve yerimizden kıpırdamıyoruz. Sayın bilginlerimiz ve uzman hekimlerimiz de bu hastalığa tanı bile konulamayacağını, buna uygun laboratuvar bulunmadığını söylüyorlar. O zaman tanısı olmayan, tanınmayan bir hastalığa karşı ne yapacağız? Belli değil. Olsa olsa alın yazısına bırakacağız kendimizi, böylece hastalık da kendi kendisine etkisini yitirecek. Eski kitaplarda ve tarihlerde belirtildiğine göre savaşları salgın hastalıklar izliyor. Örneğin “kara ölüm”, “veba” gibi başka salgınlar silip süpürdü geçmişte insan kitlelerini. Burada da durum pek farklı değil. Afganistan, Irak, Körfez gibi savaşlar, ardından SARS’ı getirdi belki de. Belki değil büyük bir olasılıkla bu böyle. Üstelik bu salgınların bir nedeni olmalı. SARS gibi salgınların Uzakdoğu ülkelerinde, Çin ve Maçin, Çin hindi, Demirhindi, Singapur, Tayland, Tayvan, Vietnam ya da Kamboçya gibi ülkelerde patlak vermesi ve bu ülkelerin kırsal yörelerine yayılması düşündürücü. Bu gibi düşüncelere Jean Paul Sars ya da Jean Saul Pars gibi filozoflar karşı çıkıyor ve bu gibi eğilimleri ırkçı buluyor.

     Hastalığın etkeni öğrendiğimize göre bir çeşit oynak ve kaypak bir virüs. Bu virüs genelde nezle yapan bir minik canlı. Yalnız bir özelliği var. Bu virüs belirli koşullar ve ortam içinde biçim değiştiriyor, direnç kazanıyor ve güçleniyor. En sonunda öldürücü olabiliyor. Bu virüse karşı yapılacak pek bir şey yok. En basiti elinizi yıkayacaksınız. Şu sıralarda bütün Çin halkı, milyarlarca insan ellerini yıkıyor. Hastalığın patlak verdiği bölgeyi karantinaya alacaksınız, kalabalık yerlere girmeyeceksiniz, ağzınızı burnunuzu maskeyle örteceksiniz. Ayrıca hastayı yalıtmak gerekiyor. Yalıtılmış ve havalandırılmış odalar gerekiyor hastanelerde. Bilginler, Çin ve Uzakdoğu gibi kalabalık, beslenmek için daha çok domuz gibi hayvanlardan yararlanan ülkelerin bu virüsü güçlendirecek ortamı hazırladığını belirtiyor. Domuzlar vıcık vıcık kendi pislikleri içinde yuvarlanıp yüzüyor. Lapa gibi yiyeceklerle besleniyor. Çinlilerin, özel tavaları içinde sokaklarda kızarttıkları hamamböceklerini karides gibi yediklerini biliyoruz çıtır. Bu da yetmiyor, daha düne kadar geleneksel olarak gırtlaklarını kazıyıp çıkardıkları balgamları büyük bir ustalıkla tükürüyorlardı Çinliler. Buna Mao Çe Dong de Deng Şao Ping de engel olamamıştı. Kısacası herkesin bir tükürük hokkası vardı ayağının dibinde. Gene insanlar uygun zamanda son derece ustaca gırtlaklarını kazıyorlardı. Bu durumda nezle virüsleri değişiyor, doğada kendi halinde yaşayan virüsler sertleşiyor, güçlenerek sarsıyordu insanları. Son günlerde hastalıktan ölenlerin sayısının azaldığı, virüsün etkisini azalttığı söyleniyor. Ama buna ne kadar inanılabilir? İnsanlık tarihinde SARS benzeri ama ondan çok daha korkunç bir hastalık daha anımsıyoruz. O da “İspanyol nezlesi”. İspanyol nezlesi Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru patlak veriyor ve yaklaşık 30 milyon insanın ölümüne neden oluyor. Savaş sonuna doğru gene nasıl olduğu bilinmeden ortadan kalkıyor.  
     Şimdi de SARS aynı biçimde güçlenip daha yaygınlaşırsa, İspanyol nezlesi boyutlarına erişirse ne olacak? Hastalığın virüsü saptandı, virüsü bulan doktor özveriyle öldü ama bundan bir aşı yapılamadı. Hastalığın tanımı da güçlükle sağlanabiliyor, ilk belirti ateş. Bu yüzden önce ateşi yükselenlerden kuşku duyuluyor. Bunun için havaalanlarında, yolcu uçaklarında herkesin ateşi ölçülüyor. Gene de bir umut var. Bu umut Mısır çarşısından ve kocakarı ilaçlarından kaynaklanıyor. Bir örnek olarak şalgam suyu bulundu. Havuçla pekiştirilen şalgam suyu çok tutuldu ve Çin’e şalgam suyu dışsatımı başladı. Belki bu dışsatım ekonomik ilişkilerimizi de genişletecek. Ama Uzakdoğulular da boş durmuyor. Kamboçyalılar sarsa karşı “Ayşekadın fasulye çorbası”nı buldular. Bu çorbayı içerek SARS’a karşı dirençlerini arttırıyorlar.

    Bize gelince tam bir rehavet içindeyiz. Çok şükür SARS olayı görülmedi. Biz akut solunum yetmezliği ile değil, akut solunum yapabilmek için uğraşıyoruz. Derin nefes al!

Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on TumblrPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someone