Ekran Resmi 2020-08-27 19.38.26

illustrator: Yasemin Varlık

OFF OFF BROADWAY RÜYALAR

balta_yasemin-63

İnsanların yarısı mutsuz, diğer yarısı da mutsuz. Müzikaller öyle değil. Müzikallerdeki insanlar hep mutlu; çünkü eninde sonunda aşık olacak bir “şey” buluyorlar. Bakkalla dans et, kötü adamlarla raks et ve hayatınızın aşkı ayağınıza geldi!

 Eski karım evliliğimizin son yıllarını  tek bir cümle ile geçirdi: “Sen nasıl bir adamsın” Sonuna hangi noktalama işaretini koyduğunu bir türlü anlayamadığım için asla cevap veremedim. Soru muydu? Ünlem miydi? Bizim ilişkimizle hiç ilgisi olmayan bir ilişki danışmanına gittik. Olmuş bitmiş kavgalarımızı tanımadığımız bir kadının önünde yeniden canlandırdık. Defalarca. Çok değiştin çok! Asıl senin annen bana neler dedi! Neredeydin o akşam doğruyu söyle! Bağırma bana! Bıktım artık! Asıl sen siktir git! Bunların sonu hep ünlem. Daha önce sindiremediğim ünlemlerle bir yabancının önünde rezil olmak için maaşımın dörtte birini verdim. Evli kalmaya yetecek kadar bile para kazanmıyormuşum; mahkemede gıkım çıkmadı.

Psikoloğa göre, hayatın oyuncu seçmeleri sırasında ezberimi tam yapamamışım. Kulisten fısıldanan sufleleri de duymazlıktan gelmişim. Boşandıktan sonra, yarı fiyatına tek başıma gittiğim seansta “Off Off Broadway gibi düşünün,” dedi. Benim bildiğim tek Broadway, çocukken manuel açılan camlarına sıkıştırdığımız eski çarşaflarla güneşlik yapıp, ailecek tatile çıktığımız babamın arabasıydı. Onun da oflanacak en baba yanı Temmuz sıcağında klima yerine açılan iki camla idare etmek zorunda olmamızdı.  “Off Off Broadway, bir tiyatro akımı,” dedi, “tiyatronun salt bir oyun olduğunu cebren ve hile ile reddeden, hatta seyircileri sahneye oturtan ve dahi senaryoya aniden dahil eden çok daha küçük bütçeli bir prodüksiyon. Oyuncular, seyirci ve senaryo arasındaki illüzyonu yıkıyor. Çok fazla doğaçlama var. Bu nedenle de oyun bitene kadar oyuncular dahil kimse sonunda ne olacağını pek kestiremez.” Seansın sonunda bir de ödev verdi bana; tekrar geleceğimden o kadar emin. Sürekli gidersem, indirim de yapabilirmiş. Fiyatı düşürdükçe, iyi olmak yerine azaldığımı hissetmenin normal olup olmadığını soramadım. İyileşmek için, bir zamanlar iyi olduğumu hatırlamam gerekiyormuş. Şu an bana kötü gelen eskilerden kurtulup, bir zamanlar iyi olduğum eskileri hatırlatacak bir şeyler yapmam lazımmış. “Bazısı kendini işe vererek iyileşir. Siz de uzun zamandır ilgilenmediğiniz bir hobinize geri dönebilirsiniz, ne bileyim eski dostlarınızla görüşün mesela, memleketinizi ziyaret edin, anneniz ve babanızla zaman geçirmek de iyi gelebilir nasıl isterseniz. Şu an size neyin iyi geleceğini yine en iyi siz bilirsiniz. Ama olduğunuz yerde durarak iyiliğin size gelmesini bekleyemezsiniz, bir şeyler yapmalısınız,” dedi. Ceketimi sağ omzuma atıp çıktım.

Bir şeyler yapmalıyım. Hayat kalitemizi artırdığını düşündüğümüz çoğu şey aslında sadece yaşamak için. Fazla bir şey değil, üç şey lazım bu hayatta insana: Bir ben, bir beden, bir de “benden”.

Kovulurken aslında istifa ettiğimi ve benden istifade edildiğini fark ettiğimde, sağ elimi yumruk yapıp baş parmağımı havaya kaldırdım. Patron her şey yolunda anlamında bir işaret yapıyorum sandı; ama ben onun kağıt üzerinde ne kadar küçülebileceğini hesaplıyordum. “Valla ne yalan söyleyeyim, oğlum Almanya’dan kesin dönüş yapıyor, o geçecek artık şirketin başına, o istiyor diye çıkartıyorum seni de, kiracıyı da o otursun diye kaldırdık evinden barkından.” Daha ne yalan söyleyebilirdi ki?

Çocukken de böyle olmuştu. “Erkek adamın, adam gibi bir işi olur. Yazmak da neymiş? Berduşlar gibi beş parasız mı gezeceksin sokaklarda? Kim ister öyle adamı? Gir bir yere adam gibi çalış, maaşını al!” dedi babam. “Evlen de yerin yurdun belli olsun, akşamları boğazından sıcak bir yemek girsin oğlum,” dedi annem. İşsiz kalınca annem, boşanınca da babam omzuma vurarak teselli etti. Teselli oldum.

Her seferinde zam üstüne zam yapan köşedeki manavın uzattığı poşeti alırken “Ziyade olsun” derdim. Manavı kapattı, oturayım desem hesabı asla ödeyemeyeceğim bir kafe açtı, ziyade oldu. Zaten hep böyle olur. Senin bir hayalin vardır, gider bunu birilerine anlatırsın, “Anlatma bak gerçekleşmez” diyenlerle, “Olacağı varsa olur” diyenler aynı kişiler olduklarını unuturlar, kime inanacağını şaşırdığın noktada İpek Yolu’nun en bereketli şeridinde kalakalmışsın gibi hayal tacirleri sarar etrafını, inanmaya en yakın olduğun an başarısızlığa en yakın olduğun anla aynıdır çünkü; ama sonunu bu insanlardan hiçbiri pek kestiremez.

“Kaç yaşına geldin araba kullanmayı bile öğrenemedin” diye yükselmişti bir keresinde eski karım. Öğrenmedim ki. Hem zaten arabam da yok, neyi kullanmayı neden öğreneyim? “Bütün sarılar bizim” demiştim de tiksinerek bakmıştı suratıma. Boşanma nedeniyle satılacak evin parasıyla alır kendine bir araba, belki de ev. Yuvanın yıkılması dedikleri işi müteahhitler değil, yabancılar ve en çok da emlakçılar üstleniyor bu devirde. Halbuki başımın üstünde yeri vardı; ama söylediğine göre sağ profilim bile midesini bulandırıyormuş. Artık başım dışında birini misafir edecek yerim de kalmadığına göre belki ben de gider babamın eski Broadway’inde yatarım. Of of Broadway! Yakın zamana göre bile artık eski olan karım her yaptığımı eleştirip dururdu zaten. Kısık sesle konuş; çok bağırıyorsun. Öyle gülünmez. Bu saatte yemek mi yenir? Kilo alacaksın. Duş mu aldın banyoya havuz mu yaptırdın? Bu pantolonun üstüne o gömlek olmaz. Çok zevksizsin, al bunları giy. Dik dur biraz sürekli kamburunu çıkartıyorsun, düşük kaldı öyle o omzun bak.Sağ omzum. Ne yaparsam yapayım, asla sol omzumla aynı hizaya getiremiyorum ki, hep biraz daha aşağıda kalıyor. Annem reddettiğine göre doğuştan değil, gittiğim doktorlara göre de herhangi bir problem yok, hatta literatürde hiza alamayan omuz vakası diye bir şey olmadığı için çoğu beni hasta yerine bile koymadı. Ceketimi sağ omzumdan sola geçiriyorum, sızlamaya başladı yine. Benim bilmediğim aralıklarla kurulmuş bir hatırlatıcı gibi ara ara sızlar böyle, biraz ovuşturunca geçer hemen.

Nefes alabilmek için fazladan bir burun deliği açtırman gereken havalardan. Çok insan var, çok fazla insan; az hayat. Binaları yukarı doğru uzat, insanları göğe doğru üst üste kondur, konut problemi çözüldü. Çok araba var, çok fazla egzoz. Şeritleri yerin dibine sok, trafik problemi çözüldü. Şehrin ortasından geçen ana caddeyi de yayaları kendiliğinden tökezleten arnavut kaldırımlarla döşediler; işte şimdi her şey sadece insanlar için. Ganyan bayiinden daha az güvenilir dönerciler, “şarz” aleti satan akılsız telefoncular, gerçekten ayağınızda paralanacağından emin olabileceğiniz ucuz ayakkabıcılar, çek sündür beş milyoncular, göğsüne timsah işli tişörtleri sudan ucuza satanlar, bir yere varan indirimler yapan dükkanların önünden geçiyorum.

Hava kendi kendine boğuldu boğulacak. Sabah mı, akşam mı belli bile değil. Caddeye boyalı gibi duran insan kalabalığının içinden sıyrılıp eski pasaja giriyorum. Yıllar oldu buraya girmeyeli. Alt kattaki plak dükkanının hala ayakta kaldığını umut ederek aşağı iniyorum. Daha merdivenleri yarılamadan müzik sesi geliyor. Hayati, elinde ince belli çay bardağıyla oturmuş dükkanın önünde bir sandalyeye, merdiven altına yığdığı eski fasikülleri seyrediyor.

“Hayati?”

“Vay! Faruk! Sen misin cidden? Gel gel hoş geldin! Islanmışsın. Sonunda yağdırdı mı hava?”

Islanmış mıyım? Yağmurun yağdığını nasıl fark etmez ki bir insan? Yağmur başkalarına sağnak olup, beni es geçmiş olmalıydı. Yanına bir sandalye çekip beni de buyur ediyor, elime de hemen bir çay tutuşturuyor. Ne çaldığını ancak o zaman fark edebiliyorum.

“Lenon ha? Hala mı? Sanki geleceğimi biliyormuş gibisin Hayati.”

“Ne günlerdi be Faruk! Duruyor mu dövmen hala? Silindi gitti benimki kaç sene oldu bak. Üstünden geçtirmek mi ne gerekiyormuş, eh benim de canım tatlılaşmış yaşlanınca bir türlü cesaret edemedim tekrar.”

Sağ omzumun arkasındaki sans serif fontla yazdırdığım “Imagine” dövmesini ben unutalı çok olmuştu, Hayati unutmamış. Dövmeyi, Hayatilerin Ayvalık’taki yazlığına gittiğimiz bir yaz beraber yaptırmıştık. Onunkinde de “All The People” yazılıydı. Şimdi okunmaz halde, neredeyse silinmiş. Elimdeki bardağı bırakacak bir yer ararken fark ediyorum, bu dükkanın önü, neredeyse yerden tavana kadar plak dolu olurdu. Bırakın vitrinin camını görmeyi, kalan az buçuk açıklıktan dükkanın içini görmeniz için de ortalamadan uzun olmanız gerekirdi. Şimdi plaklar gitmiş, vitrin camı bölük pörçük kağıtlarla kaplı.

“Hayati, ne bunlar böyle? Plaklar nerede?”

“İlan işte Faruk nesini soruyorsun? Sanki plaktan çok para kazanıyordum da.”

“Ne ilanı?”

“Hayda değişik misin oğlum sen ne görüyorsan onun ilanı!”

 

45 YIL BOYUNCA ÖZENLE SAKLANIP KORUNAN BEKARET

Tertemiz, çok kelepir

İhtiyaçtan satıyorum

Kıl takıntısı olanlar aramasın

Iphone ile takas edilir

 

ESKİ KAFALIDAN ORİJİNAL “AVANTGARDE” BEYİN

Türünün tek örneği değil

Çok az kullanıldı, sıfır gibi

Dört işlem takıntısı olan aramasın

Pazarlığa gerek yok, bedava

 

MERAKLISINA İKİNCİ EL ZENGİN RUHU

Modifiyeli, ekonomik kriz geçirmez

Tüp taktırmaya uygun değil

Sıcak sudan soğuk suya sokulmadı

Bekara verilir

 

“Hayati gerçek mi bunlar?”

“Gerçek tabii ya! Ne sandın? Var mı sende bir şeyler? Koyalım mı sana da bir ilan?”

“Bilemedim ki şimdi böyle birden… Ev satılık bizim. Boşanıyorum ben. Paraya da ihtiyacım var ama…”

Ben daha cümlelerimi bitiremeden, Hayati kağıdı kalemi alıp geldi bile.

“Düşünme sen bunları. Bana bırak. Aç gözlerini biraz, ev mi kaldı? İnsanlar neler satıyor. Aç gözlerini, bak!” dedi ve ilanı yazmaya başladı.

 

SAHİBİNDEN SATILIK SAĞ OMUZ

Dünyanın yükünden hafif eziği mevcut

Üstüne hiç yatılmadı

Teselli takıntısı olanlar aramasın

Sırtındaki “Imagine” dövmesiyle birlikte verilecektir

 

Telefon çalıyordu. Bu saatte beni hiç kimse aramazdı. Zaten arayan numara da her kimse, okuyabildiğim kadarıyla tanımıyordum.

“Alo?”

“Aaa affedersiniz uyandırdım mı? Sonra da arayabilirim,” dedi telefondaki kadın sesi.

“Kimsiniz?”

“Ben ilan için aramıştım da. Hala satılık mı?”

“Evet, ciddi misiniz?”

“Hayır, emlakçıyım ben.”

Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on TumblrPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someone