Yemekten sonra, her akşam yaptığım gibi, güverteye çıkmıştım. Hava ağırdı. Eriyen bir kurşun. Buharını ben soluyordum. Kesik soluyuşumla. Tere batmıştım. Filikaların altında, hiç kimsenin beni görüp tedirgin etmeyeceği bir köşeye sığınmış, serinlemeye çalışıyordum. Bir yandan da, kafamı nicedir çelen şu sorunun karşılığını arıyordum: Nerden binmiştim bu gemiye? Nasıl binmiştim bu gemiye? (Eskilerin deyimiyle, feleğin bir cilvesi olmalıydı bu.) Ne zamandan beri bu gemideydim? Bunu bile ansımıyordum. Anılarımda bir toprak parçası var. Yemyeşil bir toprak parçası. Göz alabildiğine uzanan. Belki de bir çöl. Külrengi. Ya da boz. Ayırt edemiyorum. Ansımıyorum. Ayrıntıları ansımıyorum. Bir zamanlar gerçekten böylesi bir toprak parçası (yemyeşil, boz ya da külrengi) üstünde miydim? İlkin, bu toprak parçasının üstünde mi yaşamıştım? Yoksa bu, okuduğum kitaplardan, gördüğüm resimlerden bende kalan bir iz miydi? Benim yaşamımla ilgisi olmayan. Bir yazarın betimlediği ya da bir çizerin boyadığı? Benim olmayan bir gerçek. Benim olmasını (belki) istediğim bir gerçek. Bu geminin üstünde doğup büyümüş olmayı, buradan, bu gemiden ve denizle gökten başka bir yeri görmemiş, yaşamamış olmayı yediremediğim için mi bu düşü kuruyordum; yoksa, bir başka yaşam, bir başka geçmiş mi arıyordum kendime? Bilmiyorum.

Ter, yalnız derimin üstünde değil, derimin altından, etimden, kaslarımdan, kemiklerimden, iliğimden, beynimden, kulaklarımın zarından, gözyaşı pınarlarımdan, ciğerlerimden, gırtlağımdan  da fışkırıyordu. Boğuluyordum. Güverteye çıkmak, kimsenin olmadığı bir köşeye kapağı atıp, bağrımı gecenin serinliğine açmak da yetmemişti.

Geminin kaptanını tanısaydım, ya da nerede olduğunu bilseydim, bizi bu sıkıntılı sulardan kurtarmasını, meltemlerin estiği sulara doğru dümen kırmasını yakarabilirdim. Oysa, yıllardır (daha doğrusu kendimi bildim bileli) kaptanı bir kez olsun görmemiştim. Yanılmıyorsam, iki ya da üç kez kaptan köprüsüne değin çıkmıştım. Birincisinde, kaptan köşkünü bomboş bulmuştum. Dümen bağlanmıştı ve gemimiz, tıpkı bu geceki gibi, ağır ağır yol alıyordu. İkincisinde, dümen başında bir yabancı görmüştüm. (Yüzü, gözlerinin rengi, giysileri bizimkilere benzemediği için bir yabancı diyorum.) Üçüncüsünde ise şaşkınlığım o kadar büyüktü ki bütün bir gece uyumamıştım. Üstü başı yırtık pırtık, hemen hemen çırılçıplak, gözleri yuvalarından fırlamış, yağlı saçları omuzlarını bulan, bir deri bir kemik, zavallı bir insandı dümen başındaki. Üstelik, sağ ayağından dümenin başına zincire vurulmuştu. Kuşkusuz, ona hiç soramazdım. Kaptanımızın kim olduğunu ve nerde bulabileceğimi. Belki de, soruma verebileceği karşılık korkutmuştu beni: Öyle ya, pekâlâ, “Kaptan mı? Kaptan benim” diyebilirdi.

O gün, yemekte, garson yamağına (şirin bir Arap yumurcağıydı) karşılaştığım görüntüyü anlatmış, “Nasıl oluyor da, Kaptan Babamız –kaptanımıza böyle derdik– geminin yönetimini yabancıların ve zavallıların eline bırakıyor?” diye sormuştum. Garson yamağı bu soruma şaşırmış ve, “Tüm iş rotada, biliyorsunuz, demişti. Rotayı, Kaptan Babamız çizer. Rota çizildikten sonra da kim olsa yönetebilir gemiyi. İş bir fırtına patlamasın. Kimi zaman, yemeğini götürdüğümde, bana bile bıraktığı oluyor dümeni.”

Piç kurusu benimle eğleniyor, diye düşünmüştüm. Ama o günden sonra, bir daha kaptan köprüsüne çıkmaya cesaret edememiştim.

Bence, kaptanımızı (yemeğini götürdüğünü söyleyen garson yamağı, dümen başında gördüğüm yabancı ya da o insan kalıntısı prangalı zavallı dahil) hiç kimse görmemişti bu gemide. Bunu belki herkes biliyor, ama yüreklilik gösterip kimse kimseye açıklayamıyordu.

Kuşkusuz, bazı günler üniformalarını çıkarıp, aramıza bizden biri gibi girdiği oluyordu. Ama o zaman, onu hiç birimiz tanıyamıyorduk. Kim bilir, belki kaptan diye biri de yoktu; çok önceden çizilmiş bir rotayı izliyordu gemimiz. Garson yamağının dediği gibi, iş rotanın çizilmesindeydi. Ondan sonra, sırası gelen herkes dümene geçiyordu. Sorumluluktan kaçmak isteyenleri, ayağına zincir vurarak tutuyorlardı dümen başında. Belki bir zamanlar kaptanımız vardı da bugün yok. Onun çizdiği, belki ondan bile önce çizilmiş bir rotayı izliyorduk. Rüzgâr estiğinde yelkenleri açarak. Rüzgâr yattığında yakıtımızdan harcayarak.

Rota?

Bu sözcüğün denizcilikteki anlamı ve önemi bilinen bir gerçek. Acaba bizim rotamız neye göre çizilmişti? Hangi limana doğru? Gemiyi yönetenler biliyor muydu bu sorunun karşılığını? Yoksa onlar da bilinmezliğin rotasında mı tutuyorlardı dümeni? Gelişigüzel çizilmiş, amacı olmayan bir rota üstünde mi ilerliyorduk? Belki haritası olmayan bir rota. (Olabilir mi?) Gemimiz bu bilgisizlik içinde ilerliyordu. (Olabilir mi?) Hiçbir yere doğru? Bu gece, bu sorulara, Evet, demek geliyor içimden. Evet, bizim rotamız, belirsizliktir demek. Böylece, bir gün, bir kaza sonucu gemimizin sulara gömüleceğini, söylemek istiyorum. Örneğin, haritada görülmeyen kayalara çarparak. Ya da bir buzdağına. Ya da bir başka gemiye. O, zaman zaman uzağımızdan geçen, bizi göremeden yoluna devam eden gemilerden birine. Ya da bugüne değin gördüğümüz fırtınalara benzemeyen bir fırtınayla, bir kasırgayla karşılaşıp, atlatamayıp sulara gömüleceğimizi söylüyorum.

Sanki kasırga patlamış da batıyormuşuz gibi paniğe kapıldım: “Can kurtaran yelekleri nerde?” Onların yerini birkaç kişi biliyor olsa gerek. (Ne yazık, yoksa, Çok şükür, mü demem gerekiyor?) Açıkça söyleyeyim ki, o günü, kasırganın patlayışını ve bu geminin batışını bir an önce yaşamak isterdim. Yalnızca, kaygısızca, sorumsuzca yemeğini yiyen, yatıp uyuyan bunca yolcunun, bunca tayfanın KAPTAN BABAMIZ NERDE? NİÇİN KURTARMIYOR GEMİMİZİ? İMDAT! diye bağırışlarını duymak için. Kaptan Babamız, fırtınanın şiddetini daha önceden (bilgisiyle ya da aygıtlarıyla, deneyimleriyle) ölçüp, gemisini kurtaramayacağını aklı keser kesmez, geminin tek su almayan filikasına atlayıp, “Batıyorsunuz çocuklar, batıyorsunuz ve bense sizleri yazgınızla baş başa bırakıp kaçıyorum” diye neşeli kahkahalar atarak sıvışma yolunu seçmeyecek mi? Eğer kaptanı varsa bu geminin, mutlak bunu yapacaktır gibime geliyor.

Tüm bu düşündüklerimi, öbür yolculara, tayfalara da açmam gerekmiyor mu? diye düşündüm bir an. Ama bunları düşünen, kaptanın varlığından ve kişiliğinden kuşkuya düşen, yalnız ben olabilir miyim?

Tayfaları alalım, onlar her gün değişmeyen görevlerini yapıyorlar. Sanki başka bir şey düşünmüyorlar. Yolculara gelelim. Onlar sınıf sınıf. Birinci mevkidekiler domuz gibi yiyorlar ve geceleri balo salonunda oyun oynayarak, dans ederek eğleniyorlar. İkinci mevkidekiler, birincidekilere özeniyorlar. Üçüncü mevkidekiler, kendilerine gösterilen işleri yapıyorlar. Önlerine konan çorbayı, fasulyeyi, pilavı yiyorlar ve hiçbir gün “Bıktık” demiyorlar. Ben, ikinci mevkidenim. Gerçi, birincidekilere özenenlerden değilim. Dans etmiyorum. Oyun oynamıyorum. Yalnızca kitaplıktan kitap alıp okuma ayrıcalığımı kullanıyorum. Tayfalar üçüncü mevkidekilerle birlikte yemek yiyorlar. Ve bütün gün çalışıyorlar. Geminin temizliğinden üçüncü mevkidekiler sorumlu. Ama ocakta çalışan, makineleri yağlayan, yelken çeken, indiren tayfalar. Acaba onlarla konuşmamda bir…

… diye düşünürken, filikanın gerisinde bir ayak sesi duydum. Toparlandım. Gömleğimin düğmelerini ilikledim. Kitaplıktan aldığım kitabı gizledim. (Belli olmaz, böyle sıkıntılı bir gecede karşılaşabilirdim kaptanımızla. O da sıkılmış, hava almak için üst güverteye çıkmış olabilirdi.) Ayak seslerini duymamış gibi davrandım. Gelen (yaklaştığında gördüm) gençten bir çocuktu. Bu kuytu köşede bir insan olduğunu görünce şaşırmış,  belki de korkmuştu. Bilmiyorum niçin,

– Gelin, gelin oturun şuraya, dertleşelim, dedim. (İlk kez böyle bir tedbirsizlik yapıyordum.)

Yabansı yabansı yaklaştı.

– Çok sıkıntılı bir gece değil mi? dedi. Buraya biraz hava alabilirim diye çıktım.

İlk kez birisi böyle konuşuyordu benimle. Benim dilimle.

– Ne yazık ki burada da hava yok, dedim. Rüzgâr esmiyor.

– Ve ne kadar yavaş yol alıyoruz, değil mi? dedi.

– Evet, çok yavaş, dedim.

– Niçin dersiniz? diye sordu.

– Kim bilir, dedim, herhalde Kaptan Babamızın canı böyle istiyor olmalı.

– Yakıtımız bitmiş olmasın? dedi.

(Ne demek istiyordu? Kim göndermişti onu buraya? Ağzımı mı arıyordu?)

– Ne fark eder? dedim.

– Nasıl, ne fark eder? dedi, şaşkın.

– Yakıtımız bitmiş ya da bitmemiş, ne fark eder? dedim. Yavaş ya da hızlı gidiyoruz, ne fark eder?

– Doğru, dedi. Hiçbir şey fark etmez.

Düştün ağıma yavrucak, dedim içimden.

– Yanılıyorsunuz, dedim. Çok fark eder. Birincisi, varacağımız yere zamanında varamayız. İkincisi ve en önemlisi, belki hiç varamayız. Üçüncüsü, bir fırtına patlayacak olursa, yakıtsız  bir gemi hemen denizin dibini boylar.

– Tabii varacak bir yerimiz varsa, dedi. Kesin bir yerimiz varsa, demek istiyorum.

Anlamamazlıktan geldim.

– Biliyor musunuz, diye devam etti, gerçekten hiçbir şey fark etmez. (Güldü.) Kendimizi kandırmayalım. Nasıl olsa bir gün yakıt bitecek. Bugün değilse, yarın bir fırtına patlayacak. Onu atlatsak bile, bir başka fırtına patlayacak, atlatamayacağımız bir kasırga.

– Ne demek istiyorsunuz? dedim.

– Demek istediğim şu, dedi, önünde sonunda dibi boylayacağız.

Konuşmasından ve giyiminden, birinci mevki yolcularından biri olduğu anlaşılıyordu.

– Ne zamandan beri bu gemidesiniz? diye sordu.

– Uzun bir süredir, dedim. Ansımadığım kadar uzun bir süredir.

– Sakın siz de bu gemide doğmuş olmayasınız? dedi.

– Hayır, dedim. Ben bir kara parçasında doğdum.

– Ya da öyle sanıyorsunuz, dedi. Düş gücü.

– Anlamadım, dedim.

– Anlamayacak bir şey yok, dedi. Bir kara parçasında doğmuş olsaydınız, bu gemide işiniz neydi?

– Yolculuk tutkusu, dedim. (İnanmayacağını bile bile, yalanımı kendimi inandırmak istercesine.) Yolculuk tutkusu… gençsiniz… bunun ne demek olduğunu bilmiyor musunuz?

Soğuk bir “Hayır” oldu aldığım yanıt.

– Hayır, böyle bir tutku bilmiyorum. Ama izin verirseniz, size bir soru soracağım.

– Buyrun, dedim.

– Daha doğrusu iki soru, dedi.

– Buyrun, dedim.

– Birincisi, niçin bu gemiyi seçtiniz?

– Başkası yoktu, onun için, dedim.

– İkincisi, nereye gitmek istiyordunuz?

– Bunu ben de bilmiyordum, dedim. Bildiğim, yalnız gitmek istediğimdi. Limana indim (az önceki yalanımı sürdürüyordum) ve limanda demirini almakta olan bu gemiyi buldum. Hemen atladım.

– Kaç yasındaydınız? dedi.

– Sizin yaşınızda olmalıydım, dedim.

– Peki, geminin adı neydi?

Başımı çevirip, sırtımı yasladığım filikaya baktım. Hiçbir harf yoktu.

– Bilmiyorum, ansımıyorum, dedim.

– Binerken de bakmamış mıydınız? dedi.

– Bakmıştım, dedim. Garip bir adı vardı. Garip bir ad… neydi? Unutmuş olmalıyım.

– Niçin geminin adını sorduğumda filikaya baktınız? dedi.

– Genel olarak filikalarda geminin adı yazılıdır da ondan, dedim.

– İlginç, dedi. Çok ilginç. Siz, gerçekten bu gemiye sonradan binmiş bir yolcuya benziyorsunuz. Peki, size bir sorum daha var: Niçin bu gemiye bindiniz? Niçin bu da, başkası değil?

– Dedim ya, bir rastlandı. Limana vardığımda, bir tek bu gemi vardı.

– Öyleyse bir soru daha: Kaptanımızı tanıyor musunuz? Yani, onu hiç gördünüz mü?

– Hayır, dedim.

– Öylesine basit sorular soruyorum ki ihtiyar yolcular bile cevaplayamıyorlar sorumu. Ya kaçıyorlar. Ya da anlamsız, boş gözlerle bakıyorlar.

– Nasıl, tayfalarla konuşuyor musunuz? dedim.

– Buna konuşmak denirse, evet, dedi. Bir çeşit sağırlar konuşması.

– Özür dilerim, dedim. Bu konuda size yardımcı olamayacağım.

– Hiç kimsenin kimseye yardımcı olacağı yok bu iğrenç teknenin üstünde, dedi.

– Öyle görülüyor, dedim.

– Öyle görülüyor, diye tekrarladı. Doğrusunu isterseniz bundan daha doğal da bir şey olamaz. Gencimiz yaşlımız hepimiz aynı durumdayız. Bu geminin üstündeyiz. Adı belleğimizin derinliklerinde silinmiş bu geminin üstündeyiz. Hoş adını bilsek de neye yarar? Ne nereye gittiğini biliyoruz, ne niçin gittiğimizi. Yiyip, içip, yatıyoruz.

– Fakat kaptan biliyor, dedim.

– Kaptanın da bir şey bildiği yok, dedi.

– Olamaz, dedim.

– Niçin olmasın? dedi. Bunu size söyleyen, kaptanın kendisiyse?

Titredim.

– Bağışlayın, dedim.

– Neyi? dedi.

– Bu gevezelikleri, dedim.

Bir kahkaha attı.

– Bağışlanacak bir şey yok, dedi. Ben de sizin gibi bir yolcuyum. Şaka ettim. Ama, bir an için inandığınıza göre, kaptan ben olabilirdim demek. Yani, size olduğu gibi, herkese kendimi kaptanım diye tanıtabilirdim. Sahte bir kaptan… Olsun. Ama gerçek kaptandan farkım ne olurdu? Bakın, siz bile az önce, gençliğime bakmadan kaptan olabileceğime inandınız.

– Doğru, dedim.

– Bana sorarsanız, dedi. Kaptanı filan yok bu geminin. Varsa bile o da sahte bir kaptan.

Bütün cesaretimi toplayıp, yaşamımın itirafında bulundum.

– Ben de buna inanıyorum, dedim.

– Bu sonsuz denizlerin ortasında gelişigüzel gidiyoruz, dedi.

– Bir gün batacağız, dedim.

– Ona şüphe yok, dedi. Az önce söyledim size.

– Bir şey yapılamaz mı? dedim.

– Kafamı kurcalayan tek soru bu, dedi. Uykularımı kaçıran tek soru bu. Yapılacak bir şey olmalı.

– Yapılacak tek şey, belki kaptan olmaktır, dedim.

– Ben de öyle düşündüm ilk zamanlar, dedi. Ama bu neyi çözümler? Amacımız ne? Kendimizi mi kurtarmak, yoksa gemiyi mi?

– Elbette gemiyi, dedim. Yani gemideki insanları. Öyle olmak gerekir.

– Karmaşık bir sorun bu, dedi. Biliyor musunuz, bunu yalnız düşünmekle kalmadım, gerçekleştirmeye de çalıştım. Bilmiyorum siz kaçıncı sınıfın yolcususunuz, ben birinci mevkidenim. Gerçekte ancak kendi çevremizdeki insanları tanıyoruz. Bu gemide neler olup bittiğini bilmiyoruz. Bir gün, bu üstünde yaşadığım gemiyi tepeden tırnağa tanımaya karar verdim. Ateşçilerin, kazan dairesinde çalışanların yanına indim. Forsalarla konuştum. Belki bu gemide forsaların varolduğunu bile bilmiyorsunuz. İtiraf edin, bilmiyorsunuz değil mi? (Hayır, bilmiyordum. Bunu ilk kez duyuyordum.) Demek doğru tahmin etmişim. Evet, forsalar da var bu gemide. Yüzlerini kimsenin görmediği. Derileri kara mı, ak mı belli olmayan, korkunç bir pislik içinde yaşayan. Onlarla konuştum. Daha doğrusu konuşmaya çalıştım. Forsalar söylediklerimden hiçbir şey anlamıyorlardı. Ayrı bir dil konuşuyorduk. Tayfalara gelince, “Kaptan” sözcüğü ağzımdan çıkar çıkmaz, beni olduğum yerde bırakıp kaçıyorlardı.

– Anlıyorum, dedim.

– Bu durumda, dedi, yapılacak bir tek şey kalıyor. Kaptan köprüsüne çıkmak, geminin yönetimini ele almak. Sonra haritaları incelemek. Güzel bir rota çizmek. Ilıman bir ülkenin limanına, en kısa zamanda ulaşmak. Bütün tayfaları, bütün yolcuları bu limana çıkarmak, sonra da bu gemiyi batırmak. Bir güzel batırmak.

– Benim düşüncem de bu, dedim. Yalnız ben bir noktada ayrılıyorum sizden: O sözünü ettiğiniz ılıman limanı düşleyemiyorum ben. Çünkü harita okumasını bilmem. Dolayısıyla sağlıklı bir rota da çizemem.

– Öyleyse?

– Ben denizin ortasında batırmayı düşünüyorum bu gemiyi.

– Ya içindekiler?

– İçindekilerden kurtulan kurtulur, dedim.

– Bu bir cinayet olur, dedi. Bilmiyorsunuz, forsaların ayakları birbirine bağlı. Paslı, uzun zincirlerle. Onlara bir kurtuluş olanağı vermemiş olursunuz bu yaparsanız.

– Az önce de söylediğim gibi, forsaların varlığından haberim yoktu, dedim.

– Aslında sorun forsalar değil, dedi. Aslında sorun, bir bütün. Bu bütünün anlamı ne? Bir bunu bilseydim… Ama sanırım biliyorum.

– Niçin bir anlam arıyorsunuz? dedim. Bir rastlantı bu. Yalnızca bir rastlantı. Şu anda burada oluşumuz gibi. Tek anlamı bu.

– Ama rastlantıya da bir anlam verilebilir, dedi. Görüyorsunuz, şimdi burada sizinle konuşuyoruz, tartışıyoruz, birbirimizin düşüncelerini öğreniyoruz. İlk kez karşılaştık sizinle. Ama bu rastlantıdan bile bir anlam doğdu.

– Doğru, dedim.

– Peki, Bay Rastlantı, dedi gülerek, gemiyi batırdınız diyelim, kendinizi kurtarabileceğinizi umuyor musunuz?

– Önemli olan bu değil, dedim. Benim kurtulmam değil. Genel bir kurtuluş. Acıların ve anlamsızlığın ve bir rastlantının sona ermesi.

– Bu da belki bir rastlantıyla sona erebilir, dedi.

– Hayır, dedim. Bunu sanmıyorum.

– Öyleyse niçin üzülüyorsunuz? dedi. Nasıl olsa bir gün sona erecek. Bunu, siz de, ben de biliyoruz. (Durdu.) Biliyoruz değil mi?

– Evet, dedim. Biliyorum. Ama ben yaşarken görmek istiyorum. Daha doğrusu bu batışı yaşamak istiyorum.

– Ah! ne kadar olumsuz bir kişiliğiniz var, dedi. Sonra handiyse utanarak sordu:

– Ama dedikleriniz doğruysa, şu anda benimle konuşurken içtenseniz…

– Sorabilir miyim, niçin yazıyorsunuz?

– Yazdığımı nerden biliyorsunuz? dedim.

– Gördüm, dedi. Kıyıda, köşede, gizli gizli bir şeyler karaladığınızı gördüm.

– Bilmiyorum, dedim. Gerçekten bilmiyorum. Belki yazılabilirdi. Kimin için? Niçin? Neyi anlamak için? Bu sorular sorularak ya da sorulmayarak (çünkü bu gemide o kadar az insan var ki okuyan) yazılabilirdi.

– Ama siz yazıyorsunuz, dedi.

– Evet, kırık bir kalemle, dedim. Zaman zaman dayanamayıp yazdığım oluyor… Birkaç sözcük… Küçük bazı mesajlar… Bazı mektuplar… Bunlara yazmak denirse, evet, arada bir yazıyorum.

– Peki yazdıklarınızı ne yapıyorsunuz? dedi. Mektup dediniz, kime yazıyorsunuz mektupları? Nasıl gönderiyorsunuz?

Bir yazar için en güç olan bir durumla (sorguya çekilme) karşı karşıyaydım. Böylesi durumlarda yapılması gerekeni yaptım, kaçamak bir karşılık verdim.

– Denize atmak için, dedim. Yazdığım mesajları boş bir şişeye koyup, ağzına tıpasını yerleştirip denize atıyorum.

Sustuk.

Sanırım, her şeyi söylemiştik birbirimize. Özellikle ben, tümüyle ele vermiştim kendimi. Kendi içimde gizlediğim düşünceleri, ilk kez, bu gece bir yabancıya açmıştım. Bir pişmanlık duymadım, hayır, tam tersine, bir benzerime açılmış olmaktan ötürü erinç içinde olduğumu bile söyleyebilirim.

“Bu kadar yeter. Daha fazla uzatmayalım. Hadi kalk bakalım.”

Yavaşça kalktım oturduğum yerden.

– Durun, dedi. Durun gitmeyin. Şuraya bakın, ışıkları görüyor musunuz?

– Hayır, dedim, hiçbir şey gördüğüm yok.

– Şu karanlıkta yanıp sönen ışıkları görmüyor musunuz? diye sordu (şaşkın).

Daha dikkatle baktım. Hayır, hiçbir şey görmüyordum.

– Görmüyorum, dedim, bu karanlıkta, üstümüzdeki yıldızlardan başka gördüğüm bir ışık yok.

– Size yıldızları soran yok, dedi. Karşıdaki ışıkları görmüyor musunuz?

– Bak delikanlı, dedim, bir gece, ben de böyle bir ışık görmüştüm. Ya biz, yani gemimiz bu ışığa yaklaştı, ya ışık bize doğru. Gene bu geceki gibi güvertedeydim. Bir ara burnumun dibinde gördüm ışığı. İçimden atlamak, o ışığa doğru yüzmek geldi. Yıllarca önce. Belki senin yaşındaydım. Kollarım güçlüydü. Yüzerek o ışığa varacağıma güvenim vardı. Ama bilmem niçin, cesaret edip, bu aşağılık gemiden atlamadım. Atamadım kendimi denize. Kurtulamadım. Ve geldiği gibi yitti ışık. Bir daha ışık mışık görmedim –arada bir uzaktan geçen gemilerin iskele-sancak ışıklarından başka–. Şu anda da ışık mışık gördüğüm yok.

– Nasıl olur? dedi. nasıl olur anlamıyorum. Capcanlı, kıpır kıpır, tam karşımızda ve bize doğru yaklaşıyor.

– Hayır, görmüyorum, dedim. Eğer sen görüyorsan…

Omuzlarından tuttum. Amacımı sezdi.

– Hayır, dedi. Hayır, kendi yapamadığınız bir şeyi bana yaptırmaya kalkışmayın.

– Madem ki görüyorsun ışığı, atla, dedim. Gençsin. Kollarında yeterince güç var. Hiç değilse bu gemilerden biri –

Sözümü ağzıma tıkadı.

– Söz konusu olan benim kurtuluşum değil, dedi. Bunun hiçbir anlamı yok.

– Söz konusu olan senin kurtuluşun, dedim. Başka kurtuluş yok. Bu gemi batacak. İçindekilerle birlikte. Hiç kimse kurtulamayacak.

Yüzüme baktı, tiksintiyle mi, acıyarak mı, çıkaramadım.

– Atlayıp yüzsen ve o ışıklara varsam bile kurtulmuş olmam ki, dedi. Benim istediğim ortak bir kurtuluş.

– Ortak bir kurtuluş yok, dedim.

– Var, dedi. Olmalı. Bu köhne geminin üstünde yaşasak bile var. Gemi su almaya başlasa bile var. Kayalara çarpsak bile var. Batarken bile var. Suyun dibini boylasak bile var. Giderek, asıl o zaman var diyesim geliyor. Gerçek bir umutsuzluktan doğan gerçek bir kurtuluş. Bir gün göreceksiniz bunu.

– Sen daha bu gemiyi yönetenleri tanımıyorsun, dedim. Ben gördüm.

– Yanılıyorsunuz, dedi, çok iyi tanıyorum onları. Siz görmüş olabilirsiniz. Ama ben biliyorum. Geceleri herkes uyurken bir limana varıyorlar. Demir atmıyorlar. Geminin yakıtını, suyunu, kumanyasını alıyorlar. Sabah uyandığımızda, kendimizi denizin ortasında buluyoruz. Sanıyoruz ki bütün bunlar, yediklerimiz, içtiklerimiz onların eliyle bize veriliyor. Onlar işlerini çok iyi biliyorlar bayım, çok iyi biliyorlar. Yüzyıllar boyu ustalaşmışlar.

– Peki, siz nerden biliyorsunuz bütün bunları? dedim. (Açıkça söyleyeyim ki tüm bu söylediklerine hiç mi hiç şaşırmamıştım.)

– Burdan, dedi (kafasını gösteriyordu).

– Bu genç yaşınızda çok şey biliyorsunuz, dedim. Kutlarım.

 

 

 O, gecenin son sözünü, bir ahir zaman peygamberi gibi söyledi:

– Öyle günler yaşayacağız ki bu geminin üstünde, yalnız gençler bilecek.

Sonra, bana bir “İyi geceler” bile dilemeden, (kuşkusuz) aşağıya, makine bölümüne inmek üzere, yanımdan ayrıldı.

 

  • / 1971
Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on TumblrPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someone