İskeleden çıkıp ceridesinin yazıhanesine doğru ağır ağır yürürken “Bu kadarı da hayalde ifrat olsa gerek,” dedi Ahmet Mithat Efendi. Sonra olduğu yerde durup tekrar düşündü: “Demek hayalde canlandığına göre, bir yerlerde…” Hayretindeki tezayüt öyle bir mertebeye vasıl olmuştu ki şöyle bir arkasını dönüp Boğaz’a yahut Haliç’e heybetli bir nazar atmayı dahi unutmuştu bu sabah. “Yahut aksi mi? Bu da mümkün…” Fesini düzeltti, kafasındaki hengâmeyi bu suretle tanzim etmek kabilmiş gibi. Oysaki şimdiye değin mûtat olan iki tahrir temrinini kaçırmıştı bile. Bunların ilki kuşluk vaktinde başlardı. Üstat, Beykoz’daki hanesinden Hünkâr İskelesi’ne yürürken ve Şirket-i Hayriye vapuru her daim müşteki olduğu üzere vaktinde gelmeyince tahrir temrinlerine hazırlık babından Boğaz’ı seyre dalardı. Hatta, ey kariîn, “seyre dalardı” demek hafif bile kalır. Ortada bir karnaval, bir horoz dövüşü veya müsabaka nevinden bir hadise yok ki koca üstat kuru kuruya bir seyir ile iktifa etsin! Peki ya, “nazar atfederdi” desek? O da kâfi gelmez. Maksadın hâsıl olması için Efendi’nin çehresindeki şekli, etvarındaki ciddiyeti göstermek icap eder, ki ne mümkün! Fizan’da yanan bir kandili seçmeye gayret edercesine kıstığı gözlerinin ferini, hemen ardında bir nümayiş gümbürdese bile dönmeyeceği belli olan vücudunun mukavemetini yahut biraz dikkatli bakıldığını fesinin üzerinde güzeran ettiği görülebilecek efkârın harekatını izaha hangi kalem muktedir olabilir? Bu abd-i aciz ancak Efendi’nin temrin fikrini büyük bir Frenk muharririnden öğrendiğini, müşaranüleyhin her sabah penceresinden gördüğü manzarayı her seferinde envaiçeşit usullerde yazdığını bilip söyleyebilir. Bilmediği ise Efendi’nin bu manzaraya baktıklarında gördükleridir. Rivayet odur ki, vapurda kâğıtlarını önüne serip tam da hanesinden kamaraya kadar olan müşehadatını cümleler haline getireceği sırada yanına yaklaşıp “Azizim, böyle excercice’ler ancak nevcivan muharrirlere yaraşır, sizin gibi bir üstat…” diyen bir ahbabının sözünü, “Ben yürürken ne âlemler görürüm de anlatamam. Hem müşahede ve ihtisas olmazsa insan neyi yazacak? İşte tüm gayretim bunun içindir. Kaldı ki muharririn nevcivanı yahut kaşarlanmışı mı olurmuş? İnsan her şafakla âdeta bir namzet-i muharrirlik haline uyanır. Demir uçlu kamışını mürekkebe o gün daldırırsa, hadi o da olmadı diyelim, ki hayatın türlü cihetleri mevcuttur, muhayyilesini o tarik üzerine işletmeye muktedirse muharrirdir. Fakat ona bahşedilen dimağı olur olmaz suallere harcarsa yastığına başını bir tembel olarak koyar. Ben dahi işte bu surette namzetliğimi hakikate tahvil edebilmek gayesindeyim,” diyerek ağzına tıkıvermiştir. Mevzubahis olan bu sabah dahi bu temrini müşahedat kısmını tamama erdirip esna-yı seyahatte sahifelere dercetmekte aciz kalışının sebeb-i hikmeti ise vapur kamarasında şahit olduklarının çok daha mühim olmasından mebnîdir. Üstat, Tarabya’dan yahut Büyükdere’den bindiklerini tahmin ettiği üç kadından ihtiyar olanı ile küçük bir ihtilaf yaşandıysa da biri sarışın diğeri esmer iki kadını görmesiyle birlikte âdeta oturduğu yere mıhlanıp kalmış ve gayriihtiyari kendi kendisine “Haşa, sümmehaşa! Ben tahrir eylemişim de kadir-i mutlak halk eylemiş âdeta” deyivermişti. “Aman efendim,” diye söze girip “Bir maraz halinde aleddevam tahriratla uğraşıp türlü vukuat ve eşhas uyduran bir adamın yazmadığı, tarif etmediği bir şeyler kaldı mı ki hayret edelim? Elbet bir yerlerde bir numunesi görülecek idi,” şeklinde şikâyete devam edecek kariîne bilmem ne demeli? Ya o esmer… Haşa, sipariş üzere ruh üflenmiş desek yeridir. Ya da onun âdeta makusu olsa dahi letafette ona müsavi olan sarışın? Ten gayet beyaz. Hatta biraz solgunca bile. Burun küçücük. Ağız daha küçük. Çene yusyumru olduktan maada müntehası bir de zenahdan ile müzeyyen. Heyet-i umumiyesinde öyle bir hal var ki gülmediği zaman dahi gülüyor zannolunur. En büyük hüzün ve elem bu çehreyi tağyir edemez. Ağlasa bile gözyaşları o çehre üzerinde bir ziynet-i zaide olarak telakki olunur. Bir tebessüm-i daimi ince ve solgun dudaklarını daima küşade bulundurduğundan taneleri küçük ve biraz da seyrek olan dişleri belki ressamların zeban-ı intikamını tahrik edebilirse de eğer tabir caizse kaide-i hilkat böyle olmasını iktiza eder. “Haşa!” Bu çehreyi bir başkası da tersim edecek olsa bir harf-i vahid bile katmadan bu kelimatı tekrardan başka çaresi kalmazdı. “Amma mübalağa!” mı diyeceksiniz? Bu dilberlerin leblerinden dökülenlerin de bir suflörün kelimeleri gibi kâğıttakilerle birebir aynı olduğunu söylesek, yine mi mübalağa diyeceksiniz? Zaten üstadı küçük dilini yutturacak kadar taaccübe sevk eden de bu iki dilberin Frenkçe muhaveresi idi. Muharririmiz, esmer olanın sarışına dönüp “Ne diyordun sevgilim? O gaddarın…” demesiyle şaşkınlıktan fesini düşürecekti. Hele bir de diğerinin ise cevaben “Şişt! Karşımızdaki adamın lisan-ı aşina olmadığından emin misin?” demesiyle oturduğu yerde öyle bir sıçramıştı ki, fesinin ardından kendisi de ummanın derinliklerini boylayacaktı. Üstadın çekikçe gözleri fal taşı gibi açıldı, çıkık elmacık kemikleri kıpkırmızı kesildi ve ser-âpâ tüm kıl ve tüyleri âdeta bir mızrak gibi dikeliverdi. Neyse ki bu iki kadın, karşılarındaki yaşlıca zatın acayip, ve acayip olduğu kadar bir mudhike tiyatrosuna yakışır hallerini görünce onun Frenkçe bilmediğinden emin bir halde mubahesata devam ettiler. Peki ya bu sözlerin devamı… Hülasa söylersek, üstat tahririnin tatbikini seyreyliyordu. O seyahatı nasıl itmam eyledi, anlayamadı. Vapurdan âdeta topallayarak indi. Neyse ki bir süre sonra adımları uygun nizam üzerine hareket etti, ama zihni hercümerc bir vaziyetteydi. Hikâyemizin başında ifade ettiğimiz üzere, üstadın Köprü’den indikten sonra eda edegeldiği ikinci temrin müşahedatını aksatması işte bundan mebnîydi. Nasıl aksatmasın? Ruh perişan, vücut bitab, zihin müşevveş, efkâr girift, etvar tuhaf, hayal gûnagûn… Derin bir “Ah!” çekti. (Zaten üstat böyle nidaları pek severdi.) “Demek bunca eşhas bir yerlerde…” diye mırıldandı. O güne dek irili ufaklı romanlarda, küçük hikâyelerde yahut hayal-i tarihlerde endamlarını tarif eyleyip isimler verdiği şahısları tahayyüle gayret ettikçe taaccüpten küçük dilini yutacak gibi oluyordu. “Aman yarabbi!” Bir “Ah,” daha çekmişti, dün gece karaladıklarını müsvedde cihetinden görüp yanına almadığını hatırlayınca. “Keşke yanımda olsalar idi. Keşke vukuatın ne surette vuku bulacağını cümle âleme gösterseydim.” Yazıhanesinde onu istikbal eyleyip bir isteği olup olmadığını soran damadına -ki kendisi de malum olunacağı üzere meşhur bir edibimizdir- vukuatı olduğu gibi naklederken hem kâğıtların olmadığına hem de bunca mühim bir hadiseyi yine yazmak yerine buna hiç inanmayacak birisine anlattığına hayıflanıyordu. Vakıa, damadı bir çeyrek saat sonra masasına oturup çubuğunu yaktığında muhterem kayınpederinin sağlığına dair endişelerini zevcesine lisan-ı münasiple nakletmenin münasip şeklini kafasında evirip çeviriyordu. Ama muhterem damat, ceridesinin sayfalarını tanzim ve tashih ile meşgul olurken endişeleri buhar olup uçmuştu. Birkaç küflü beyit karaladıktan sonra ise kayınpederinin sıhhati şöyle dursun, kendisini bile derhatır ettiği yoktu. Ama kayınpeder damadının kendisine atfettiği nazarları hiç beğenmediğinden mütevellit, koca gövdesiyle kapıda zuhur ediverdi. “Şimdi beni iyi dinle kıymetli damadım,” diye uzun bir tirat çekmeyi düşündü. Şöyle devam edecekti: “Yirmi senedir iştigal ettiğim bu sanat… Yalnız yazdıklarımı okuyan bir adam, çok roman okumuşlardan addolunur. Eserlerim sahayifinde tasvir ve tahrir eylemiş olduğum hayalatın belki üç yüz mislini ve dahi bu hayalatta vücut bulan eşhasın asgari beş yüz mislini tasavvur etmişim de, sırasını getirerek safha-i tahrirde tasvir edememişim. Yazdığım şeylerin birçoğu cidden sahihü’l-vukudur. Birazı kendimde, birçoğu da ahbabımda vaki olmuştur. Artık kartalmış bir romancı sayıldığım halde bugün tesadüf eylediğim şu hadise neyin nesidir? Şahit olduğum vukuat, hayale benzese idi, bir nebze… Fakat sahifeye nakledilen hayalin hakikate tahvili, hem de hiç fevt etmeksizin, hem de aynen… Haşa… Ben yazdım, aktrisler oynadılar. Haşa, hem de bin kere haşa!” Fakat üstat, bunları söylemek şöyle dursun, damadının yazıhanesine mesut bir çehre ile girip birkaç hoş sohbet ile oradan çıktı. “Beni ancak Beşir anlar, yahut Nigâr Hanım,” dedi Sirkeci’deki su tezgâhına doğru yürürken, “Anlar amma…” Sözlerini abus bir ifade ile tamama erdirdi desek yeridir. Bu nahoş çehrenin mütemmimi ise melal ile öne eğilmiş bir baş ve ağır işleyen adımlardı. Sanki başını şöyle bir kaldırıverse piyano tamirinden avdet etmekte olan Resmî Efendi’yle karşılacaktı. Belki Paris’teki sergüzeştlerinden bihaber Marsilya vapuruna heyecanla yürümekte olan Nasuh Efendi’yle yahut hangi müderrisin dersi sena edildiğini görse devama başlayan ve yine kim bilir hangi medreseye yahut yazıhaneye doğru koşan Necati Efendi’yle… “Vah Necati Efendi vah,” deyiverdi kendisiyle fısıldaşır bir halde. “Gerçi hoş, bunlar yine iyi…” Öyle ya, bir de münasebetsiz Merakî Efendi’yle veya onun zıpçıktı mahdumu Felatun Bey’le karşılaşırsa… Yahut yaza yaza bitiremediği şıklardan biriyle… Nitekim bunların kaffesi küçük bir ordu teşkil etmeye kafiydi. “Al sana cehennem-i suğra…” Hace-i Evvel, ceridenin yazıhanesinden çıktığından beridir homurdanarak yürüyor, fakat nereye gittiğini bilmiyordu. “Birkaçıyla iktifa etseydim ya… Bok var idi… ” O an birisi Efendi’yi görse, meseleyi hatvelerle çözmeye gayret ettiği zannına kapılabilirdi. “Tesadüf yahut tevafuk tesmiye edilebilir mi? Olacak iş değil, olsa olsa taklit.” Hemen sonra, “Ah budala ah,” dedi. “Tabii ya…” Umumiyetle sanatın hayatı veya buna mukabil hayatın sanatı taklit ettiği tekerleme misali söylenir de söylenir. (Zaten üstat da birdenbire modalanan şu hakikiyyun mesleğine dair münakaşalar hasebiyle bu mevzuya iyiden iyiye tefekkür etmekteydi.) Söylenir söylemesine fakat, ey muhterem kariîn, iki cihette de bunların bir kısmı bizlere hayli uzak veya zannolunandan daha deruni bir vadide cereyan eder. Asıl taklit ekseriyetle meçhul kalır. Kâğıda intikal olunan kelimât bir yolunu bulup umumun damarlarına, asabına, uzuvlarına zerk olunur. Yahut tecarib usulca sahifelere ilişiverir de muharrir bile farkında olmaz. Sonra gör görebilirsen… Ey kariîn, modalardan falan bahsetmediğime nazar-ı dikkat ediniz. Yoksa bir ecnebi romanında tasvir edilen kadehi çarşı pazar gezip sofrasına koymayınca veya tersim edilen tablonun replikasını duvarına iliştirmeyince rahat edemeyen budalalardan bize ne! Biz gelelim daha sahih numunelere… Daha çend hafta evvel bir dost meclisindeki ulema ve üdebadan biri -ki kendisi de Kafkas menşeli olduğundan mebni Rus muharrirlerine ayrı bir muhabbet beslemektedir- Dostoyevskiy nam bir muharririn kaleme aldığı bir cinayat vakasının aynen gerçekleştirildiğini hikâye etmekteydi. Meğer bu muharrir, sonraları pek bir meşhur olacak eseri Cürüm ve Ceza’da nevcivan bir talebenin ihtiyar ev sahibesini öldürmekliğini nakletmiş. Eh, denildiğine göre hikâyat bundan ibaret değilmiş, bu talebenin vicdan azaplarıyla kalsa iyi, insan cinsinin bu âlemdeki uzletini, beşeriyetin bu âlemle görülmesi gereken hesaplarını, hayır nedir şer nedir, bilcümle dert edinmiş, kaffesini efradını cami ağyarını cami serdetmiş. Amma velakin asıl calib-i nazar olan hususât bunlar değildir, mühim olan mevzu, Raskolnikof tesmiye olunan talebenin cürmünün ayniyle vuku bulmuş olmasıdır. Mevzubahis hikâyenin sonraları ilk cildini teşkil edecek kısmı, 1301 senesinin Kanunisani ayında Rus Muhabiri(Russkiy Vestnik)ceridesinde tefrika haline neşredilmiş ve çok değil, sadece iki hafta ahirinde ne tefrikadan ne de romandan haberdar olan bir genç, tam da hayalî şahsın yaptığına benzer şekilde baltasıyla ev sahibesini katledivermiş. İşte büyük üstadın “Ah budala ah,” deyü hayıflandıktan sonra ciğerlerinden kopup gelen bir “Tabii ya…” ifadesi, aslında bu nevi bir teslim-i hakikatın da ifadesiydi. “Demek bir başkası… Amma velakin ahirinde neler cereyan etti?” Üstat kendisinden bir asır sonra yaşayacak Frenk bir muharrirenin “Âdemoğlu neyi tahrir edeceğini evvelden bilseydi, hiçbir şey yazamazdı. O zahmete değer bir meşgale olmazdı bu,” sözünden haberdar olmadığı halde bunu kendi kendisine terennüm etti ve dahi hemencecik yakınlardaki bir Rum kahvehanesine girip oturdu. Hiçbir vakit yanından eksik etmediği yazı takımını heybesinden çıkarıp evvela bu vecizesini kayıt altına aldı. İşte o zamandır ki üstat biraz kendine geldi. Kahvesini eliyle itip bir bade ısmarladı. “Elbette eşhasın arasında ben de zuhur etmeliyim,” dedikten sonra ilk yudumu yuvarlayıverdi. Filhakika böyle gündüz vakti demlenmek hiç de âdeti değildi. Evet, üstat familyasıyla birlikte hanesinde her hafta sonu mükellef bir sofra kurdurur ve Frenk usulü dans haricinde her neviden şenliğe cevaz verirdi ama tahrir ile meşgul olacağı saatleri işret ile geçirmekten imtina ederdi. “İşret ise işret yahu,” dedi. “Ve müşahedat ise müşahedat…” Romanın ilk sahifelerini hem yazmış hem de tecrübe eylemiş olduğu halde tekraren kaleme aldı. Kendi kendisine birkaç kere “Her seferinde tebdil eden mücerret bir ciheti var yine de…” demekle birlikte tahrire devam ediyordu. “Asıl muharrirlik bu buhar olup tayeran eden ruhta olsa gerek,” diye mırıldandı. “Ama elan mühim olan calib-i enzar-ı hikmet olan şu hikâyedir. İşin o cihetini de dekadanlar mütalaa ediversin.” Belki bir testiyi devirdi. Kahvecinin ikram ettiği çubuğu da tüttürdükten sonra keyfi artık iyice yerine gelen üstat bir an arkasına yaslanıp “Eh,” dedi, “demek bir başkası…” Bir fasıla verdi, hem de uzunca. “Onu da bir başkası…” Şarabından bir yudum daha aldı. Çehresini hafif ekşitti. Dilini tatlı tatlı şapırdattı. Fesini tebessümle düzeltip “Lisan-ı Osmani’nin kendisinden başka kim ola ki bu bir başkası?” dedi. Kamışını hokkaya daldırırken “Aman,” diye ilave etti. “Kim ise kim… Biz kendi müşahedatımıza bakalım. Muharrir vefat eyledi diyeler…”

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on TumblrPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someone