“Death makes angels of us…”

Jim Morrisson

Kalabalık, ışıl ışıl bir AVM. Popüler bir buluşma noktası olan geniş, kemerli girişin önünde onlarca insan bekliyor. İşportacılar, mendil satıcıları ve dilenciler park yerine girmek için sıra bekleyen son model arabaların etrafında dört dönüyor. Soğuk bir kış günü. Gökte toplanan kara bulutlar bir gece önce yapılan fırtına uyarısını haklı çıkaracak gibi. Binanın can sıkıcı griliği, dış cephesine asılmış ampullerle aydınlatılan reklam panolarıyla örtülü. Hemen önündeki geniş bulvar birbirlerine el kol işareti yapan sürücüler, fren yapan taksiler ve tüm bu karmaşanın içinde manevra yapmaya çalışan körüklü otobüslerle dolu. Sıkıca kavradıkları rengarenk alışveriş poşetleriyle taksi çevirmeye çalışan insanlar aralarına yenileri katıldıkça sıra kavgasına tutuşuyor.

Doğan İlhan, AVM’den çıkıp çevik hareketlerle kalabalığın arasından sıyrılarak yaya geçidine doğru ilerliyor. Sağ elinde bez bir poşet var. Poşetin içindeyse az önce satın aldığı kitap: Etkin Liderlik Yöntemleri. Dimdik, çakı gibi yürüyor. Paltosunun iç cebinden çıkardığı sigarayı ince dudaklarının arasına yerleştirip bu kez aynı elini pantolonunun sol cebine atıyor. Hızla çekip aldığı gümüş rengi Zippo’yu havada çevirerek sigarayı usta işi bir hamleyle tek seferde yakıyor. Slim-fit tüvit ceketinin iç cebindeki son model akıllı telefonun titremeye başladığını hissedince uyuduğu saatler dışında sağ kulağında tüm gün yapay bir uzuv gibi takılı duran bluetooth kulaklığa dokunuyor.

“Buyurun efendim, borsanın prensi Doğan İlhan’la görüşüyorsunuz!”

Günlerden Cuma, saat akşam yediye geliyor: arayanın üniversiteden en yakın arkadaşı Bora olduğuna emin…

“Abi naber?”
“İyidir kanka, planlar aynı değil mi?”

Doğan tam anlamıyla bir sosyal bukalemun. Konuştuğu kişiye göre tavırları, konuşması, kullandığı sözcükler ve hatta mimikleri bile değişebiliyor.

“Aynı aynı. Bebek’teki şu yeni mekanda olacağız. Tadına bakmak lazım. Geliyorsun değil mi?”

Gülüyor Doğan. Olanca rahatlığını, kaygısızlığını ve kendisinden beklenmeyecek sevimliliğini yansıtan bir gülümseme bu. “Sende şeytan tüyü var!” en sık duyduğu iltifatlardan sadece biri.

“Ayıpsın. Oranın altını üstüne getireceğiz!”

Karşıdan karşıya geçmek üzere yola iniyor. Yayalara kırmızı yanıyor ama yol tıkalı. Ya da kaldırımın hemen yanında duran iki otobüsten dolayı öyle görünüyor.

“Başka kimler geliyormuş?” diye soruyor bir an önce karşı kaldırıma ulaşmak için hızla otobüslerin arasından geçerken.

“Bizim tayfa. Klasik. Benim ofisten birileri de olacak herhalde.” diyor Bora. “Elif geliyor mu?” diye soruyor Doğan’ın üniversitede tanıştığı uzatmalı kız arkadaşını kast ederek.

Sol şeritte iki araç yan yollara sapınca oluşan ani açıklığı değerlendirmek isteyen son model, kan kırmızı bir Ferrari gereğinden fazla hızlanıyor.

“Geliyor, geliyor! Orada görüşürüz,” diyor Doğan.

Park halindeki iki otobüsün arasından çıkıp Ferrari’yle kucaklaşınca havada birkaç takla atıp yere düşüyor. Üzerinde otuz üç yıldır yaşadığı Dünya’yla, hâlâ soluk alıp verirken yaptığı son temas başını hızla beton kaldırıma çarpmak oluyor.

Ve hikayemiz işte burada başlıyor.

Doğan İlhan, gözlerini açtığında yüksek tavanlı, geniş bir binadaydı. Sağa sola dalgalanan bir kalabalığın orta yerinde, tıpkı kendi üzerindekine benzeyen mavi tamboy tulumlu insanlar tarafından itilip kakılırken yere düşmemek için o an yanında kim varsa onun koluna yapışıyordu. Aynı anda bağıran, ağlayan, mırıldanan ve kendi kendine konuşan yüzlerce, hatta belki binlerce insan… Bu beklenmedik gelişmeye rağmen Doğan oldukça sakindi. Kırmızı bir arabanın altında metrelerce sürüklenerek öldüğünü biliyordu. Bundan sonra neler olacağına dairse en ufak bir fikri yoktu. Yaşarken bu tür konulara kafa yoracak vakti olmamıştı. Olsaydı bile aklına cennette gününü gün ettiğine dair bir takım düşüncelerden fazlası gelmezdi.

Bina, kaynağı belli olmayan güçlü, sarı bir ışıkla aydınlatılmıştı. Fresklerle kaplı duvarlar penceresiz olduğundan gece mi gündüz mü belli değildi. Ani bir refleksle saatine bakmak üzere başını öne eğdi. Ellerini evirip çevirdi. Saati yoktu. Beyaz altın bilekliğinin yerinde de yeller esiyordu. Tüm bu tuhaflıkları kayıtsız bir rahatlıkla kabullenebildiğine şaşıyordu. Ben öldüm, diye mırıldandı kendi kendine. Ben öldüm! Evet, Doğan İlhan ölmüştü ve artık ne saatin ne de geceyle gündüzün onun için önemi olmayacaktı.

Kendisinin de bir parçası olduğu yalpalayıp duran mavi tulumlu bu insan yığınının oluşturduğu çokbacaklı kalabalık hareketlenerek yeniden üzerine çullandı. Yere düşüp panik içinde bulunduğu yerden uzaklaşmaya çalışan ayaklar altında ezilmemek için her yanına çarpan omuz, kol ve ellerden destek alıyordu. Kontrolü elden bırakmamaya gayret ediyordu. Liderlik eğitimlerinde böyle öğrenmişti. Asla ilk düşen yahut pes eden olmamalıydı. Hayattayken devam ettiği kişisel gelişim atölyesine konuşmacı olarak katılan, defalarca kez iş kurup batırmış ama son girişimini henüz yirmi sekiz yaşındayken tamı tamına 260 milyon dolara yabancı bir yatırım firmasına satmayı başaran Aytuğ Karahikmet sınıfa girer girmez tahtaya, Doğan’ın da düstur edindiği şu cümleyi yazmıştı: “Yakınmak yerine ıkınmak!” Yeterince ıkınırsa sonunda rahatlayacağını biliyordu Doğan. Üstelik vizyon sahibiydi. Her istediğini elde etmeye alışmıştı. Yakışıklı, iyi eğitimli ve zekiydi. Yükselecek hisse senetlerini önceden tespit etme konusunda inanılmaz bir yeteneğe sahip olduğundan başarıyla yürüttüğü portföy yöneticiliğinin yanı sıra bireysel danışmanlık hizmeti de veriyordu. Zirveye oynuyordu. Zaten daha aşağısı da onu tatmin etmezdi.

Oysa artık tüm bunların da önemi kalmamıştı. Sabah olduğunda gazetelerin üçüncü sayfalarında yazacakları gözünün önüne getirebiliyordu: “Gelecek vaat eden yatırım danışmanı D.İ. şaha kalkan kırmızı bir atın altında kalarak feci şekilde can verdi!” Kendi kendine yaptığı bu kötü espriye gülümsemedi bile. Yaşarken hayatla dalga geçmeye bayılırdı, oysa ölüm pek bir somurtkandı.

Sağ bacağını tekmeleyerek yanından geçmeye çalışan sarışın adamı sertçe itip hemen solunda yere yuvarlanmış çekik gözlü yaşlı kadını cılız kolundan tutup ayağa kaldırdı. Sıkışıp kaldığı yerde can çekişen bir varlığı andıran kalabalıktan yükselen uğultu giderek daha da rahatsız edici bir hal alıyordu. Vücudunu mengene gibi sıkıştıran iki iri kıyım adamın arasından sıyrılmaya çalışırken bunalarak başını kaldırınca bakışları duvardaki fresklere kaydı. Kırmızı yanaklı şişman melekler; uçurumun kenarından aşağıdaki kalabalığa bakan pelerinli insanlar; fırtına bulutlarını önüne katmış hızla ilerleyen koçbaşlı rüzgâr, kaderlerinin yazıldığı kalın kaplı defterleri sırtlarında taşıyan adam ve kadınlar…

Kalabalığın uğultusunu bastıran rahatlatıcı bir kadın sesi duyuldu. Metalik bir hoparlör sesi değildi bu. Sanki görünmez harfler her nasılsa zihinlerinde birleşip Sıraya Girin! diye yankılanıyordu.

Sıraya Girin!

Başı sonu belli olmayan kalabalık denileni yaparak şekilsiz birkaç sıra oluşturmaya çalıştı.

Olmadı. Aynı ses tekrar duyuldu: Görevlilerin talimatlarına uyun!

Parmak ucunda yükselip bu kez ileriye baktı. Geniş bir hilal çizerek alçalan tavan çift kanatlı, yüksek bir kapıyla sonlanıyordu. Kapının hemen önündeyse koşuşturup duran kırmızı tulumlu bir takım insanlar vardı… Bu mesafeden kim olduklarını yahut orada ne yaptıklarını kestiremese de, el kol hareketleriyle kalabalığa yön vermeye çalıştıklarına bakılırsa anonsta bahsedilen görevliler bunlar olmalıydı.

Bir yükselip bir alçalan uğultuyu artık kanıksadığından olsa gerek ilk kez yakınındaki seslere kulak kabartınca, dış görünüşleri itibariyle farklı dillerde konuşması gereken bu insanların her dediğini anladığını fark etti. Onlar da Doğan’ı anlıyor olmalıydılar, çünkü az önce yerden kaldırdığı yaşlı kadınla arasında şöyle bir diyalog geçti:

“Neredeyiz?” diye bağırdı yaşlı kadın. “Korkuyorum!” “Endişelenmeyin,” dedi Doğan. “Biz öldük. Herhalde bundan daha kötüsü olamaz.”

Var oluştan yok oluşa geçişi bu denli basit bir ifadeyle, üstüne üstlük oldukça sakin bir tavırla yapabildiğine hayret etmişti. Bunu ancak mesleği gereği aniden ortaya çıkarak hızlı karar vermesini gerektiren aksilikler yahut beklenmedik durumlara alışkanlığıyla açıklayabilirdi. Kadın ağlamaya başladı. Yeniden hareketlenip sola doğru kaymaya başlayan kalabalıkla birlikte yerini iri yarı bir Afrikalıya bırakarak gözden kayboldu. Çok geçmeden zihninde yankılanan yeni bir anonsla irkildi:

“Görevlilerin talimatlarına uyun! Çıkış kapısının önünde sıraya girin! Tekrar ediyorum: çıkış kapısının önünde sıraya girin!”

Neden sıraya girmeleri gerekiyordu? Sıraya girdikten sonra ne olacaktı? Çıkış kapısının ötesinde ne vardı? Aklını kurcalayan sorulara yanıt aramaktan vazgeçip kendini ağır ağır öne doğru ilerlediğini hissettiği kalabalığın devinimlerine bıraktı.

Doğan’ın uzaktan gördüğü kırmızı tulumlu insanların yan yana durarak oluşturduğu kordonu aşan kalabalık aniden yatışıverdi. Hatta şaşırtıcı bir uyum içinde hareket ederek birkaç düzensiz sıra dahi oluşturdular. Hoparlörlerden durmaksızın gelen talimatlarda bahsedilen görevliler bunlar olmalı, diye düşündü Doğan. Yüksek kemerli çıkış kapısına iyice yaklaşmışlardı. Hemen önünde kısa boylu, kumral bir kadın vardı. Şaşkın ve ani hareketlerle sağa sola bakıyordu. Az öncesine kadar anlaşılmaz bir uğultunun yükseldiği kalabalıktansa artık çıt çıkmıyordu.

“Sırayı bozmadan beklemeye devam edin! Görevlilere zorluk çıkarmayın!”

Başka şansları olmadığını anlayan mavi tulumlular anonsta söylenenlere uyarak öylece bekliyorlardı. Etraflarında dönüp durmaya başlayan kırmızı tulumlu görevliler her birini baştan ayağa süzerken ellerindeki tuhaf aletleri mavi tulumlara doğrultup birtakım düğmelere basıyorlardı. Anons devam etti:

“Kayıt işlemlerinin ardından lojmanlara alınacaksınız. 1 numaralı istasyondan çıkış işlemleriniz birkaç gün sürecektir. Bu süre zarfında uymanız gereken kurallarla ilgili bilgi lojman girişinde görevliler tarafından verilecek. Daha detaylı bilgiye odalarınızda bulabileceğiniz kitapçıklardan ulaşabilirsiniz. Öteki Dünya’ya hoş geldiniz!”

Sıra boyunca ilerleyen görevlilerden biri Doğan’ın önünde durup tulumunu sertçe sıyırarak elindeki şırıngaya benzeyen cihazı sol koluna batırdı. Nedense acı çekeceğini düşünen Doğan irkildiyse de hiçbir şey hissetmediğini fark etti. Henüz bu duruma alışamamıştı ve ara ara kendine artık ölü biri olduğunu hatırlatması gerekiyordu. Ona ne yapıldığını, tüm bu olup bitenlerin ne anlama geldiğini merak etmesine rağmen konuşmak istemiyordu. Başını kaldırıp görevlinin yüzüne bakmaya çalıştı. Dünyada görmeye alışkın olduğundan çok farklı, zihninde sürekli biçim değiştiren tuhaf, sıvımsı bir çehreydi bu. Etrafındaki diğer mavi tulumluları net bir şekilde ayırt edebilirken görevlilerin yüzleri biçimsizce yoğrulmuş hamurlardan farksızdı. Görevli tek kelime etmeden sağ yanındaki kısa boylu, beyaz saçlı kadının önüne gelecek şekilde yana kaydı. Her şey çok hızlı olup bitmişti. Doğan tulumunun kolunu indirirken bir çığlık atıldığını duydu. Sesin geldiği yöne bakınca uzun saçlı, genç bir adamın çıkış kapısına doğru koştuğunu gördü. Koşarken bir yandan da var gücüyle, “BENİ BURADA TUTAMAZSINIZ! BIRAKIN! RAHAT BIRAKIN BENİ!” diye bağırıyordu. Vakit kaybetmeden peşine düşen görevliler daha ona yetişemeden ayağı takılınca sertçe yere yuvarlandı. Sessizlikte için için ağladığı rahatlıkla duyulabiliyordu. Yanına gelen ilk görevli eğilip koltuk altlarından tutarak onu hiç zorlanmadan ayağa kaldırdı. Yavaş yavaş sıraya geri yürürlerken hâlâ ağlıyor ve bu kez çok daha alçak bir sesle, “Bırakın beni! Lütfen bırakın! Gitmem lazım! Gitmeliyim!” diye yalvarıyordu. Görevli inleyip duran adama sıradaki yerine kadar eşlik ettikten sonra tek kelime dahi etmeden kemerine takılı şırıngayı çıkarıp bu kez tulumunun üzerinden şişman adamın sol koluna batırdı. Genç adamın sesi çok geçmeden kesildi ve görevli bakışlarını ondan ayırmadan birkaç adım gerilerken şırıngayı kemerindeki yerine taktı.

Yeni bir anonsla birlikte her şey kaldığı yerden devam etti:

“Paniğe kapılmayın. Gidecek başka bir yeriniz olmadığını da unutmayın!”

İğneleri yapılıp kayıt altına alınan mavi tulumlu insanlar çıkış kapısına yönlendiriliyordu. Çoğu acınacak haldeydi. Başları önde, ayaklarını sürüye sürüye ilerleyen kamburu çıkmış korkuluklara benziyorlardı. Doğan’sa derin bir nefes aldıktan sonra başı dik, göğsü önde, kollarını rahatça sallayarak yürümeye başladı. Korktuğunu belli etmeye hiç niyeti yoktu. Neredeyse yirmi katlı bir apartman yüksekliğindeki kemerli kapıdan geçerken nefes dahi almadığını çok sonra, artık bu gibi detayların öneminin kalmadığı bir anda fark edecekti.

Hemen önünde temkinli adımlarla ilerleyen ikisi kadın dört kişiyle birlikte dışarı çıkınca binanın içindeki karmaşa ve gürültü bıçakla kesilmişçesine son buldu. Kendilerini aniden içinde buldukları bu yoğun sessizlik zihinlerini açarak onları rahatlatmaktan çok, nereden geleceği belirsiz ancak kaçınılmaz bir tehlike sezinleyen hayvanlarınkinden farksız sıkıntı verici bir huzursuzluğa kapılmalarına sebep oldu. Doğan birkaç adım daha atıp her nedense başını önce göğe çevirince masmavi, bulutsuz bir enginlikle karşılaştı. Işıl ışıl parlayan güneşe gözlerini kısma gereği duymadan bakabiliyordu. Bir süre öylece durduktan sonra başını indirip bu kez etrafına baktı. Uçsuz bucaksız bir açıklıktaydılar. Az ötede, havada rahatsız edici bir sıcak olmamasına rağmen geçmişte kalan hayatlarında edindikleri alışkanlıklardan henüz kurtulamamış çok sayıda ölünün gölgesine sığındığı büyükçe bir meşe ağacı gördü. Ağacın elli metre kadar solunda yan yana park etmiş mavi boyalı külüstür otobüsler – Doğan bir bakışta on iki tane olduklarını saymıştı – duruyordu. Neler olup bittiğini anlamadan yalnızca önündekini takip eden ölüler, çevrede koşuşturup duran kırmızı tulumlu görevliler tarafından bu otobüslere yönlendiriliyordu. Şimdilik onun peşinden koşan kimse yoktu. Yavaşça kendi etrafında dönerek az önce terk ettikleri binaya bakarak geri geri yürümeye başladı. Binanın dış cephesi, iç kısımdaki freskler ve yüksek tavanın yarattığı ihtişamdan uzaktı. Neredeyse yalnızca sıvayla kaplanmışa benzeyen penceresiz, koyu gri duvarlar, dış boyası yer yer kalkmış kemerli kapı ve kapının hemen önünde, üzerine basıla basıla incelmiş toprak zemin… Tekrar arkasına dönüp bu kez meşe ağacına doğru yürümeye başladı. Attığı her adımda bedeniyle zorlayarak yırttığı kalın bir tülü andıran sessizlik içinin ürpermesine neden olunca bir kez daha ölmeden önceki yaşantısını anımsadı. Henüz kısa bir süre önce terk ettiği dünyaya ait seslerin hiçbiri yoktu. Ne araba kornaları, ne öğle yemeklerinde gittikleri kalabalık restoranlarda duymaya alıştığı o rahatsız edici uğultu ne de kuş, köpek yahut rüzgar sesi… Burada sadece tesadüfen yan yana gelen ölülerin kendi aralarında – ya da kendi kendilerine – konuşurken çıkardıkları belli belirsiz fısıltıları duyabiliyordu. Sessizlik öyle yoğundu ki o an orada bulunan kimse bunu bozacak ilk kişi olmak istemiyordu.

Doğan, kemerli kapıdan çıkmaya devam edenlerle birlikte sayıları giderek artan tanımadığı onlarca ölünün arasında amaçsızca yürüyüp etrafına bakarken bir yandan da içten içe zihnini kemirip duran, Şimdi ne olacak? sorusuna yanıt arıyordu. Ölülerden bazılarının inandıkları tanrılara, dünyadaki alışkanlıklarına uygun şekilde yakardıklarını gördü. Kimi ellerini göğe doğru açmış ağlıyor, kimi dizlerinin üzerine çökmüş kendi kendine mırıldanıyor kimiyse başını iki elinin arasına almış olduğu yerde iki yana sallanıp duruyordu. Hayattayken ne tanrı ne din ne de öldükten sonra olup biteceklerle ilgilenmişti; zaten bunlara kafa yoracak vakti de olmamıştı. Fakat bulundukları yeri ve ölmüş olmalarına rağmen hâlâ kurtulamadıkları belirsizliği düşündüğünde tüm bunların hiçbir öneminin olmadığını hissediyor, bu insanların hepsini omuzlarından tutup sarsarak yine – ve hâlâ – yapayalnız olduklarını haykırmak istiyordu. İçten içe bastırılması güç isyan duygularının kabardığını hissederek birkaç kez derin derin soluk alıp verdi. Haksızlığa uğradığını düşünüyordu. Sahip olduğu onca özelliğe, verdiği onca çabaya rağmen elde ettiği her şey birkaç saniye içinde elinden alınmıştı. Tüm bunların bir anlamı olması gerektiğini hissetmesine rağmen aslında her şeyin altında yatan anlamsızlığı kavradığının farkına vararak sarsıldı. Sapsarı kesildi. Sendeleyip düşecek gibi oldu. Anlamak, düşünmek ve hissetmek acı veriyordu. Soğuk, yapış yapış bir histi bu. Olmamışlığın ve asla olamayacak olmanın çaresizliği… Etrafındaki her şey fır dönerken kırmızı tulumlu görevlilerden biri yanına yaklaşıp koluna girdi.

“Bırakın beni!” diye bağırmak istedi. Olmadı.

“Bırakın beni!” diye mırıldandı sonunda.

“Lütfen bırakın beni!”

Sessizliğin kenarından usulca geçip otobüslerden birine doğru ilerlediler.

Hareket eden beşinci otobüsteydi. Issız, bomboş ve kavruk arazi boyunca bir bilinmeze doğru ilerliyorlardı. Başı külçe gibi ağırlaşmıştı. Otobüse doğru sürüklenirken sol kolunda belli belirsiz bir sızı hissettiğini anımsadı. Koluna giren görevli ona bir iğne daha yapmış olmalıydı. Ara ara kendini zorlayarak etrafına baktığında kimi sessizce koltuklarında oturan, kimi camdan dışarı bakan kimiyse ileri geri sallanıp anlaşılmaz birtakım mırıltılar çıkaran ölüler görüyordu. Bir süre sonra az da olsa kendine gelmeye başladığını hissedince derin bir nefes alarak doğrulup arkasına yaslandı. Camdan dışarı bakarken rüyalara özgü tuhaf bir muğlaklık hissine kapıldı. Dışarıda aynı çorak ve ıssız arazi ufka kadar uzanıyordu. Gözlerini kısıp daha dikkatli baktığında çok uzakta bir takım şekiller olduğunu seçebilse de bunları dünyada olduğu gibi dağ, tepe, orman yahut deniz diye ayırt edemiyordu. Tanıdığı, sevdiği herkesten, gördüğü ve bildiği her yerden uzakta olduğunu duyumsayınca tarifi imkansız bir yalnızlık hissine kapıldı. O an kalkıp görevlinin yanına giderek art arda sormak istediği onlarca soru vardı. Nereye gidiyoruz? Bizi ne bekliyor? Sonsuza kadar burada mı kalacağız? Ailemiz ve sevdiklerimizi bir daha görebilecek miyiz?

[Kerem Işık’ın yakında ilustrasyonlu olarak yayınlanacak Öteki Dünya adlı öyküsünden bir bölüm.]  

Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on TumblrPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someone