Elinde koçbaşları, sur önünde atları Timur Leng’in, diyelim ceplerine doldurabildiği  kum kalacak ona yağmadan | Erkenden bitmişti sigarası, en eski taşlarının üstünde şehrin, oturuyordu. Ona İsmail deyin. Çünkü o bitirim bir öksüz, hor kullanılmış bir gemidir. Kaybolsa da güvenmiyor mu onu oradan çıkaracak define bulucuya? Üstelik yağmadan kalan kum üstünü örtmeye yetmeyecektir, ona sorarsanız hazine olacak kadar nadide serseri değildir.

“Yağmur patlayınca birden, panikleyen şoförleri gördüm. Ayaklar gaz pedalına yapışık. Hınçla nasıl beklerler biliyorum. Yeşil yanınca arabalar atlar gibi, haykırarak fırlar ileriye, kimileri derhal kimileri biraz sonra toparlayıp kendilerini, yola otururlar. Panik denen o illetin nasıl kör edici nasıl ruh sikici bir hergele olduğunu biliyorum. Yolların kirini lastikleriyle üzerime sıçrattıklarında da kızmıyorum onlara o yüzden. Hayatın kirini ben ahbabıma ahbabım bana sözle ilençle tavırla kusar dururuz. Anlar anları dehledikçe bir adım hiçliğe bir adım tamlığa yanlıyoruz. Akşam altıyı bekliyorum. Yarın altıyı bekliyorum. Diğer gün altıyı. Odun geldi kırdım odun geldi kırdımodungeldikır”

Tenhada atışmış şeffaf ve mağrur ve bacadan emdikleriyle yatışmış o yağmur parasız kaldıkça gümüş parasız kaldıkça gümüş küpelerini parasız kaldıkça satan – ona İsmail deyin- İsmail’in parasız gövdesini tatlıılık tatlı tatlı ılık ılık ıslatıyor.

“Ben buralarda lüzumundan ıslak tütün, başka diyarlarda ölümüne cebi delik ve fukara kalmakla yazgılı bir kazma olmalıyım. Oturur fırsatlarımı beklerim taşın üstünde, kadere bir gün sözümü ben de söyleyeceğim. Cenk edecek sokak itleri oyuncak ayılarla ilerde şu meydanda. Pençe, diş, biraz kan ve biraz pamuk, rengarenk ipler saçılır o zaman her darbede daha da fazla salyaya bulanarak ve cenk edecek sokak itleri oyuncak ayılarla meydanda.

Cenk eder sokak itleri oyuncak ayılarla meydanda ama sonra kim temizler o leşleri? Bilmem. Ben en yakışıklı deveyim. En önemli davam, hani, hangisiymiş ulan en büyük kervan?”

Tüketti işte arada bir gülüşleri, bahar gevşekliklerinin canını cehenneme gönderdi. Ne zaman gözlerini yumsa çarpılıp taşlardan aşağı yuvarlanacak, sanıyor. Fırsatları bekliyor meydan muharebelerini. Gırtlaklar delindi ve o bilemiyor ilk kanı döken kalleş kimdi.

“En yakışıklı deve benim. Ben en yakışıklı deveyim. Ben haramilerin en büyüğü, ne istediğimi bilmekle…”

O haramilerin en büyüğü, ne istediğini bilmekle kırgın. Oturduğu yerde safi düşünceyle geçiyor önündeki denizi, tayfası, kötünün iyisi ve yırtık bir cepkenle. Helaaal. Bir zamanlar dostlarını, koltuk altında dava dosyalarını, ilkokul defterlerini av çakılarını, haram yediğinin farkında olmak pahasına | Onların uykuları yoktur kere uykusu kaçarak |

“Mevzu ben olunca babam beni yaşatmaktan, Tanrı yuvalandığı yerden aşağı bir koyun sarkıtmaktan aciz. Sıçanların, henüz ben hayattayken kemirmeye başladığı, imparatorların aşağıladığı, diğer öksüzlerin taşladığı leşimi, kapısında kaldığım ne kadar ev varsa, hişt, sen, evet lan sen sok içeri. Ama bana karada ölüm yok. Önce denizi geçeceğim soğuk iklimde filizlenmiş, sıcak iklimde kızgın yağlara dilimlenmiş bir patates olarak.”

Davran İsmail davran, hadi ser postunu köşeye. Kim bilecek neyin senden yüksekte durduğunu? Kaçıp düğünden kırlarda üç gün hacı olduğunu? Sürün İsmail, ne kadar sürünsen de, niyetlerin gizlendiği her yerde biraz delikanlı görün. Kefenler damda bayrak gibi parlak, süslü. Sana yollar, akıntılar, kanallar hep taşların pürüzlü teninde. Ya hakikaten öl ya da var git evine. İplerden örün artık binaları! Binaları! Göğsünüzde Ninova’yı yeniden kursanız bile |

“Kırmış, çayırmış, onca mera ya da tarla, her neyse, daha benim kanımla ıslanmamış. Gözden uyku akarken umulmamış bilmek kimmiş burda istediği kelleyi uçuran. Bildiğim yok sultan kimmiş. İklimdir demişlerdi başka illerde duyulmayan sesleri bu taşın üstünde duyuran. Bir dostum vardı. Tek derdi mektuplarını L. Cohen diye imzalamaktı. Dikkatli dinlersen duyardın fısıldardı “I am so strong, wee Scottish mannie”. Ama işte parmak kadar kibrit, tırnak kadar yanışı kibritin…”

Yakmaz akşam güneşi hem hiç korkutmaz. Tarlaya yamaca cama dökülür. Öksüz, eğer havadan ağırsa uçamaz. Ama İsmail gözler kapalı öpülür.

“Ama sok sopayı, geçmişe bakma, mevzu derin. Lüzumu varsa icabına bakılır öbür serserilerin. Elim bıçakta on senedir avlusu geniş yatakları dar bu eve gömülmeyi bekledim.”

Havada bulut, şemalinde av tedirginliği. İsmail oturuyordu, İsmail oturacaktı. Oturuyordu ve oturacaktı, oturuyor zaten.

“Hişt, bak, şu kıza bak. Kadınıma bak. Nasıl mağrur iniyor yokuştan. Sanki iki babanın biricik çocuğu. Az önce bir alem var etmiş gibi haller o edalar. Neyse. Biz de mert adamlardık eskiden. Kanımızı bozdu bu tatsız yerin tuzlu kimyası. Bir eve girdik tenhasında o işlek yolun yağmurda panikle atılıp durulan arabaların arasından geçerek. Eve girdik, bir cenaze kalkmış ordan demin, dedik bu yıl taziyeye gideceğiz boyuna. Ben de o kıza tabi idim eskiden, çok arandı güç bulundu bu marazın devası. Bizler de aç açık sabi idik eskiden. Birden o eve girdik de doydu karnımız.”

Akşam altıyı bekliyor. Odun geliyor kırıyor. Yalan, bir şey beklediği yok. Oturuyor işte, bırakalım otursun.

Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on TumblrPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someone