Bir öğleden sonra güneşi pencerende kırılıyor. Bir parçası masanın üzerinde. Masanın üzerinde ekranını silmeyi ertelediğin bilgisayarın ve gün ışığı, kırık. Çalışmak, bu aralar senin için külfet. Her zaman külfetti ama bu aralar daha çok. Sonsuza kadar uyuyabilmek düşüncesi seni heyecanlandırıyor ama her an uyanabilme ihtimalinin varlığıyla. Yoksa asla işine yaramaz.
Bilgisayarını açıyorsun. Mail kutunda üç haneli rakamlar. Bu kadar çok cevap bekleyen ne olabilir diye düşünüyorsun. Bu kadar çok cevabı ben nasıl verebilirim diye düşünüyorsun. Belki de cevap bekleyen yoktur, fark edilmek isteğidir hepsi diyorsun. Ekranın sağ üst köşesindeki bir bildirimin seni iki yıl öncesine bu kadar kolay götürmesi zamanda yolculuğun bir kanıtı değil midir? Düşünmemek için sınırlarını geçiyorsun. Sınırların, geçmişle anlarının arasında sarı sıcak bir çizgi. Tek bir adım. Mayın tarlası. Gelecek, beklentilerini çoktan unutturmuş.
Şimdi, mahallende bilmediğin bir dilde bir grup insan konuşuyor. Tam konuşmak da denmez; bağırışları, çığlıkları, her an birilerinin zarar göreceğine karşı duyduğun endişenin diliyle, onların konuştuğuna inanıyorsun. Bildirimler bilgisayarına düşmeye devam ediyor. Bildirim sesleri birbirine takılıyor, mahalledeki insanlar bağırıyor, deliriyor, yeni bir çığlık! Ne evin ne de sokağın susuyor. Bilgisayar bildirimlerine telefonun eşlik ediyor. İkisi de bir an önce tası tarağı toplayıp sokağa kaçma telaşında.

Mahallendeki insanların evine zorla girmeye çalışmasıyla durmadan gelen bildirimlerinin arasındaki fark nedir?

Bu kadar ulaşılabilir olmak tüylerini ürpertiyor.

Tüm bildirimleri kapatmak en iyisi. En iyisi tüm o üç haneli bildirimler ve durmadan
sorulan sorular yokmuş gibi davranmak. Mahalleni de unutman gerek. Bağıran insanları, onların anlamlandıramadığın dilini. Hepsini unutman ve yokmuş gibi davranman gerek. Yoksa bu hayatın sana ait olduğuna nasıl ikna olacaksın?
Mahalledeki kalabalık uzayarak dağılıyor. Bildirimlerin kapalı bir şekilde uzayarak bilgisayarına odaklanıyorsun. G o o g l e. Bir şey aramalı diye düşünüyorsun, ama ne? Parmakların masanın üzerinde basit bir ritim tutturmuş. -Basitliğini oturur uzun uzun tartışırsın, zira dikkatin başka bir yöne kaysa tüm ritim kaybolup gidiverecek.- Sol elin ara ara oflayan ağzını kapatıyor. Şu dudaklarını çekip koparasın da yok değil, tam bir gece önce mideni ölesiye bulandırdı, hala da midende dönüp duruyor. Ama dudaklarını paylamak şimdilik şöyle dursun.
Parmakların, uzayan ağzın, arama kutusu. Geçen bir filmde görmüştün, kız, arkadaşlarının fotoğraflarını tuhaf bir makineyle çekiyor, çektiği fotoğrafları sokaklara asıyordu. Sen sokaklara değil de evine asacaksın belki ama rengarenklilikten sorumlu fotoğraflar çekmek istiyorsun. Telaş, parmak uçlarından ter ter dökülüyor.
Yaz. Neydi adı?
Holmo SİL.
Yaz.
Lomgy SİL.
Yaz.
Homolog. Bekle.

Arama motorundan beklenmeyen bir hamle. Yanlış hatırlanan bir fotoğraf makinesi markasının seni nerelere götürdüğüne şaşırıyorsun. Zihninin tam ortasında dağarcığının “homo” kelimeleri. Homo, homo sapien, homojen, homoseksüel… Homolaştırabildiklerin ve homolaştıramadıkların kafanın içinde gidip geliyor. Yakalayabilmen imkansız. Aklın seninle oyun oynuyor. Bildirimlerin, mahalledeki insanlar, Google, parmakların, öğleden sonra güneşin bile seninle oyun oynuyor. Göz takibinde beyaz bir gölgeden öteye gitmeyen homolaştırabildiklerin. Homolaştıramadıklarınla asla ilgilenmiyorsun. Ağzını biraz daha uzatırsan yarı açık panjurlarına değecek.

“Bir başkasının yerini tam olarak tutan.”

Lütfen ince okuyunuz, ince okumanız her şeyden mühim.

Açılabilir sekmelerin dili olduğuna hangimiz inandırdı?

Bir arkadaşını düşünüyorsun, sevgilisine kereviz yemeği yaparken evde limon kalmadığı için portakal kullanan arkadaşını. Homolog böyle bir şey midir? Evde olmayan bir limonun yerine renginin bile denk düşmediği başka bir meyveyi mi koymaktır? Yüzde yüz bir denklik mümkün müdür? Her insanın bir homoloğu var mıdır? Evde limonların kalmadığı zamanlar çok mudur?
Kafan karışıyor. Kafan; limonlara, kadınlara, tarifi değiştirilmiş kerevizlere karışıyor. Ne tuhaf diye düşünüyorsun, bir limonun homoluğu yine bir limon olabilirken bir insanın homoluğu neden öylesine bir insan olamıyor?
Olamıyor.
O l a m ı y o r.

Mutfağa gidiyorsun, bilgisayarının ekranı yarıya inik. Öğleden sonra güneşin, akşamın sonrasına çekmiş kendini; mahallenden uzaklaşan kalabalık içine yürüyor. Öyle bir kalabalık ki bildirimlerini içine topluyor, bildirimlerin düşüyor da düşüyor. Yüreğine, memelerine, avuç içlerine düşüyor. Ölmemek için fişini çekmek istiyorsun, bir bakıyorsun ki iki eylem de birbirini sıfırlıyor.

Bazı bildirimlerin internet hızıyla hiçbir ilgisi yoktur.

Tezgahtaki limon ve portakallara bakıyorsun. İkisinin aynı anda evde bulunması ne şans. Kerevizinin olmamasına üzülmüyorsun, zaten çok sevmezsin, olsa da pişirecek mecalin yok. Bir insanın homoloğunun ancak bir portakal olabileceğini düşünüyorsun.
Sana bunu bildirimler düşündürüyor, tezgah düşündürüyor, olmayan kerevizler düşündürüyor. Homolaştırabildiğin her şey bir bir tezgahında beliriyor.

Bir kasa portakalla bir tane portakalın farkı nedir?
Yoktur.
Yoktur.
Yoktur.
Y o k t u r.

Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on TumblrPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someone