Çin restoranındaki garsonluk işini seviyordum. Zincir marketteki kasiyerlikten ya da mahalle arasındaki sahte dişçinin asistanlığından bin kat daha iyiydi. İdari müdür değişince dövmelerim yüzünden kovulduğum hastanedekipaspasçılık işinden  bahsetmiyorum bile. Restoranın eve yürüme mesafesinde olması bir yana, akşamları çalışmanın çekici bir tarafı bile vardı. Şehir ışıklanmaya başlarken gündüzün ezbere, bunaltıcı işlerinden ve aceleci, can sıkıcı insanlarından uzaklaştığımın bilincinde, iç gıcıklayıcı, tatlı bir ürpertiyle yürürdüm. Kaldırımlar, karşılaşmalar, konuşmalar sürprizliydi, her şeye bakmayı severdim, baktığım şeyler benimle konuşurdu. Sahafların, kitapçıların vitrinlerinde durur, onları yeniden ben yazacakmışım gibi kitapların isimlerinde gezdirirdim gözlerimi. Aklıma şaşalı, esrarlı, seksi cümleler gelirdi. Bunlardan biri bir ilk cümle olur da beni esaslı bir romana sürükler mi diye kafa yormak favori oyalantımdı, hatta zihin açıcı bir egzersizdi demeliyim, ne de olsa bir gün mutlaka birinden bir şey çıkacaktı. İhtimallerin üstüne istikrarla düşünmek sıkı bir plana delalet olabilirdi. Restorana varır varmaz üstümü değiştirip üniformamı giyer ve masalardaki küçük abajurların iplerini bir bir çekmeye başlar, ışıkları yakardım. Sohbetin, kahkahanın, tabak çanağın gürültüsünü çocukluğumdan beri severim, bana hep ne yapacağımı, nereye aktaracağımı bilmediğim bir arzu ve ilham vermiştir. Bir çatalın güzel bir ayakkabının yanına düşmesi bile kendi başına bir ilk cümledir sanki. Şimşeklerin çakmasını bekliyordum işte. Sözün kısası, şimşeğin çaktığı yerde yarılan toprağın içine atlayacaktım.

Loş ışıklar altında kadınların parlak rujlarını görmekten, parfüm, traş losyonu ve sirke kokuları arasında servis yapmaktan hoşlanıyordum. Yeni bir şarap açıldığında ya da kalabalık bir müşteri grubu içeriye girdiğinde küçük salonun kokusu değişir, tazelenirdi. Belki başkasının mide bulandırıcı diye tanımlayacağı bu koku cümbüşü bana hayaller kurduruyordu. Çok şık bir yer değildi bizimkisi ama gelenler özenip giyindiklerinde ortam da şıklaşırdı. Müşterilerin çoğu canlı, hafif insanlardı. Bana bazen bu şehirde yaşamıyorlarmış gibi gelirdi, onların birer yolcu, hatta daha ileriye giderek bir öykü ya da roman karakteri olduğunu düşünür, öyle davranırdım. Belki kendilerinde ilginç bir yan bulduğumu hissettiklerinden, bazen birkaç kadehten sonra benimle sohbet edenler olurdu, iyi de bahşiş bırakırlardı. Galiba bir işi ilk defa sahiden sevmiştim. Bu kez kovulacağımı hiç sanmıyordum, birkaç şişe şarap dışında aşırdığım bir şey de olmamıştı. Üstelik Çinli patronla espri anlayışımız tutuyordu, herif bir gece arabasına binip gitmeden önce kırık dökük Türkçesiyle bir sevgili gibi sıcacık, Seni seviyorum, demişti bana. Daha ne ister insan.

Bu iş sana besbelli yaradı, diyordu Aylin. Bir gün gelip bakacağım, nedir seni bu kadar iyi hissettiren. Benim evde, salonda, yerde uzandığımız bir gece tekrarladı bu cümleleri. Üstümde henüz siyah beyaz üniformam duruyordu. Kollarımı sıyırmış, sol bileğime doğru boş bulduğum bir yere kafamdan dövme tasarlıyordum. Halin tavrın, şarap koyuşun bile değişti, dedi.

Profesyonellik başka tabii, diye kalkıp restorandan aşırdığım şişenin dibindekini bardağına boşalttım.

Yok, yok, dedi. Bir hallerdesin, görüyorum, bir şeyin eşiğinde gibisin. Yazıyor musun, başladın mı romana?

Eh, var bir şeyler.

İkinci roman ilkinden de zordur herhalde? Şarabı kafasına dikip yeniden uzandı.

Sahiden yazmış mıydım ben o romanı, dedim, ben de yeniden sırt üstü uzanıp gözlerimi akmış tavana çevirirken. İnan haberim yok şimdi kimseden.

Saçmalama der gibi kafasını yerden kaldırıp benden yana bakınca, Ciddiyim, diye üsteledim.

Ciddiydim. Üstünden beş sene geçmişti ve bedenimin hiçbir yerinde zonklamıyordu ne hikaye ne de yaratıp sokağa saldığım karakterler. Kalp atışlarını hissetmiyordum. Bir kaldırım köşesinde karşılaşmayı bile kesmiştik nicedir. Haberim yoktu hiçbirinden. Üstüne domates, patates tartıp para üstü ve sahte bir dişçiye ışık tabancası uzatmış, ağız röntgenleri çekmiş ve bol bol hastane koridoru paspaslamıştım.

Buraya bir koltuk mu alsak artık. Sevişirken filan iyi de, otururken fena, diye ayağa kalktı Aylin. Halının sınırları içinde dolanmaya, bacaklarını açma, germe hareketleri yapmaya başladı. Artık dayanamıyorum galiba, derken gülüyordu.

Sevgilimin iyimserliğine, yazarlık serüvenimdeki yüreklendirici eşliğine minnettardım. Ondan bir akşam izin almasını ve işten erken çıkmasını istedim. Hafta içi, buz gibi bir gündü, böyle günlerde Çin yemeği yemek için yanıp tutuşan pek olmazdı. Üstelik patronun nadiren şehir dışında olduğu günlerdendi, bizim çocukların umrunda olan tek şeyse çıkışta paltolarının iç cebine atacakları küçük bir şişe Yakut’tu. Aylin siyah, mini bir elbise giymişti, altında siyah Converseleri. Restoranın caddeye bakan, cam kenarındaki masalarından birine oturttum onu ve bir yabancı gibi iki buçuk saat boyunca garsonluğunu yaptım. Yüzünde hınzır bir gülümsemeyle yiyip içiyordu. Masaya bir tabak daha karides cipsi koyarken ya da boşalan kadehini alıp yerine yenisini bırakırken ışıkların altında teninin pembeliğine bakmak harikaydı. Caddeden arabalar geçtikçe yüzünün yarısı aniden sararıyor, sonra aynı hızla pembemsi bir karanlığa gömülüyordu. Bir çiçeğin hayatını izler gibiydim. Aynı anda ona da kendimi izletmek, onun için bir yabancı olmak, ona yabancılaşmak üstüme serin bir rüzgar getirmişti. Erotik bir fantezi değildi bu benim için. Bir roman kahramanı da benim bu gece diye düşünmüştüm. Beni tanıyan birinin karşısında bir başka kimliğe bürünmek. Kendimi kurmacalaştırmak. Mesele buydu. Kışkırtılmıştım. Mesai bittiğinde masaları, sandalyeleri toparlayıp, üstümü değiştirirken gözümün önüne vızır vızır fotoğraflar düşüyordu. Yıkılmış köprüler, hızlı trenler, şehri işgal etmiş kısraklar, soluk soluğa gölgeler, mezar taşları, öpücüklerle dolu dudaklar.

O gece bana gidip sevişmedik. Ben halının üstüne tek başıma uzanıp defterlerden birine şöyle yazdım:

 

“Çin restoranındaki garsonluk işini seviyorum.”

 

Sevgilim sadece iyimser değil, bir kahindi de. Bahsettiği eşiği geçmem bir hafta sürmedi.

Restoranın apar topar kapanmasını doğrusu hiçbirimiz beklemiyorduk. O komik, usul ihtiyarın kara para akladığını tahmin etmezdim. Tatsız birkaç gün yaşadık. İhtiyarın şirin yüzünü hatırladıkça aklımda Shakespeare’in sonelerinden birinin iki cümlesi dönüyordu:

 

“En tatlı şeyler ekşir kötü işler yaparak:

Ottan çok daha iğrenç kokar çürüyen zambak.”

 

Çürük bir zambak. Çürük zam-bak. Başka başka vurgularla yeniden: Çü-rük zambak. Çürümenin alkollü, mide bulandırıcı, eşsiz kokusu. Tekinsiz. Bastırılmış arzu. Kasvet. Güzellik büyüsü. Akşamüstü. Burjuva salonları. Gündüz rüyaları. Çağrışımlara kendini bırakarak kokularla, dokularla dolu bü-yük bir fragman yaratabiliyor insan. Bir şa-ha-ser. Yeniden kendi kendime konuşmaya başladığım için mutluydum.

Çekik gözlülerin hepsi ortadan bir anda yok olunca, son kirasını alamayan dükkan sahibi çareyi içerideki eşyaları açık arttırmayla satmakta buldu. Üçü beşi toparlayıp, biraz da ısrarla restoranın en uzun ahşap masasını ben kaptım ve bir kamyonetin arkasına attırıp eve getirdim, salonun orta yerine koydurdum.

Masam, sandalyem, üstünde kitaplarım, birkaç defter. Yeniden tanışacağız sizinle. Bittikçe köşelere dizdiğim içki şişeleri, örümcek ağları, pencereleri açınca odanın ortasına doğru uçuşan toz topakları. Akşam olunca ipini çektiğim kadife başlıklı tek bir abajur. Bazen mutfak taşlarının üstünde dolanarak aranan böcekler. Yeniden tanışıyorum evle. Kirliler. Yıkamak istemediğim için çöpe attığım tabaklar. Çıkarmadığım çöpler. Sanırım iyi bir eşikten atladım. Bu evin içinden bir dünya çıkaracağım. Dönüp dönüp masama gidiyor ayaklarım. Orasından burasından bakıp, altına üstüne elimi koyup işte yapacağım işe layık bir masa deyip duruyorum. Bu masanın üstünde içecek, sevişecek, uyuyakalacak ve nihayetinde burada bir şey inşa edeceğim. Planım bu. Başına buyruk, hayta bir plan ama nihayetinde bir plan.

Şu sıralar, yani bu ilk günler zor. Ama verimli olmaya çalışıyorum. Bu işi yeniden bir rutine, bir mesaiye oturtmalı. Geçen, Aylin’in izin gününde Matbaacılar Çarşısı’na gittik ve bana harika kağıtlar aldık. 90 gr., 110 gr., 220 gr. Enzolar, Japon Bristoller, ikinci hamur kitap kağıtları. Krem rengi, sarıya çalan, taş rengi kağıtlar. Mat, yarı-mat kuşeler. Aylin’e epey borçlandım. Bu sefer yayınevinden telifini istersin, deyip gülüyor. Yine bir Çin restoranında yemek ısmarlarsın bana.

Şimdilik bir oyun buldum kendime. Shakespeare’in sonelerini, Ezra Pound’un kantolarını ve sevgilimin getirip masaya koyduğu Anne Carson’ın tangolarını bu güzelim kağıtlara yazıyor, yazarken bir yandan da yüksek sesle okuyor, sonra onları duvarlara gelişigüzel bantlıyorum. Duvarları harika bir müzik gibi dolanan hızlı, nüktedan, kısa parçalar. Salondan içeriye her girdiğimde bu kağıt kokusunun ayrı bir tanrısı olmalı diyorum, bu kokuya dua edilir işte. Bazen masanın başında öyle uzun saatler geçiriyorum ki su içmeye ya da işemeye kalktığımda gözlerim kararıyor, mutfağa giden koridoru kör geçiyorum. Geri dönemeyip kendimi yatağa attığım da oluyor, niyetlendiğim gibi masamın üstünde sızdığım da. Bir Bukowski öyküsünün içindeki bu karanlık, sefil ve kendime ait yaşantıyı seviyorum.

Bir savaştayım.

Çürük zambak savaşı.

İki metre on santimlik masayla başlattığım savaş, bir ışık ya da alev gibi büyüyerek salonu doldurmaya devam ediyor. Üç gün önce ilk defa bir paragraf yazdım. Şöyle diyorum orada:

 

“Çin restoranındaki garsonluk işini seviyorum. Zincir marketteki kasiyerlikten ya da mahalle arasındaki sahte dişçinin asistanlığından bin kat daha iyi. İdari müdür değişince dövmelerim yüzünden kovulduğum hastanede paspasçılığından bahsetmiyorum bile. Restoranın eve yürüme mesafesinde olması bir yana, akşamları çalışmanın çekici bir tarafı bile var. Şehir ışıklanmaya başlarken gündüzün ezbere, bunaltıcı işlerinden ve aceleci, can sıkıcı insanlarından uzaklaştığımın bilincinde, iç gıcıklayıcı, tatlı bir ürpertiyle yürüyorum. Kaldırımlar, karşılaşmalar, konuşmalar sürprizli, her şeye bakmayı severim, baktığım şeyler benimle konuşur.”

 

Akşamına bir sayfa etti bile. Ama sıkıcı bir otobiyografiden başka bir şeye benzemiyor. Nerede şimşekler? Ben o ışığın ya da alevin, her neyse o, onun gün gelip derin, tutkulu bir şefkatle beni boğmasını diliyor, nihayetinde acı-ekşi bir safra eşliğinde içimdeki romanı kusmayı bekliyorum. Kağıt tanrısıyla bunları sık sık konuşuyoruz. Tanrılara karşı hep talepkar, hep arsız olmuşumdur. Bir yazarın tanrıların karşısına dikilmeye hakkı var.

Sevgilim iş çıkışlarında gelip benim için bir şeyler pişiriyor. Çıkıp ucuz bir şarap alıp geri dönüyor, makarnaya sos ya da makarnanın yanına salata yapıyorum. Doyunca birimiz ötekini masaya yatırıyor. Bazen uykuya dalmadan hemen önce Aylin aniden aklına gelmiş gibi etraftan duyduğu birkaç işten bahsediyor ama ne o ne de ben konunun üstünde duruyoruz, nasılsa zorda kalınca boktan bir işe daha girip çalışabileceğimi ikimiz de biliyoruz. Zihnim ve bedenim artık bu konuda antrenmanlı. Sigortasız çalışmaya, trafikte geçen zamana, insanlık dışı mesai koşullarına yenilmem zor artık. Uyduruk diplomam sayesinde plazanın tekinde sigortalı, yemekli hatta servisli bir data analisti de olabilirdim. Ama tüm o boktan işleri yapmasaydım yazamazdım. Murakami duyuyor musun beni?

Masanın üstünde yağ, şarap, mürekkep lekeleri, yuvarlak halkalar birikiyor. Masa, gerçek bir masaya dönüşüyor. Buradan muhakkak bir şey çıkacak. Dün sabahın köründe bir yandan bağır çağır bir Shakespeare sonesi okurken burnuma pis bir koku geldi. Pis kokuları sevdiğimi söylemiştim. Duvarlardaki kağıtlarda, kağıtlara kırılarak vuran sabah güneşinde bir iz, bir işaret ararken eğer bir şeyleri abartırsam, yaptığım işin de köpürüp bana kendini göstereceğini düşündüm ve evden fırlayarak çıktım. Sora sora tuhafiyeciler pasajını buldum, yaşlı kadının müthiş bir ağırkanlılıkla dükkanı açmasını beklerken sabırsızdım. Küçük bir pazarlığın ardından kendime bir çift saten eldiven aldım. Balo eldiveniyle sihirbaz eldiveni olmak arasında gidip gelen parlement mavisi iki zarif el kılıfı. Eve dönmeyi bekleyemeden daha yolda geçirdim ikisini de elime. Gelen geçenin bakışından, gülüşünden zevk alarak eve vardım.

Masanın etrafına iştahla geçip, döne döne kağıtlarıma dokunmaya, onları tek tek ışığa tutmaya başladım. Göz alıcı, iri ve etli zambaklar gibi bu kağıtların da gün gelip soluşunu, çürüyüp bu salonda beni zehirlediklerini göreceğim. Burada büyük bir hareket yaşanacak. Bir savaş demiştim. Bir çürüme çıkartması. Anladığıma göre sadece benim için değil, kağıtlar için de azdırıcı bir deneyim bu, belki de onlar benden daha da coşkulu, çünkü bir genç kızın bedeninde kabaran memeler gibi yüzeylerinde sözcükler belirmeye başladı. Sözcükler çoğaldıkça onları yüksek sesle okuyup gülmeye, bağırıp çağırmaya başladım. Kopan fırtınadan doğacak yeni dünyanın insanları bugün yarın savaş meydanına toplanmaya başlar, işim çok. Sanırım yarın da çıkıp bir mefruşatçıdan bordo, kadife bir kırlent satın alacağım. Yazarken çıplak ayaklarımın altına koymak için. Aslında eldivenlerim hariç tümden soyunmalıyım. Çırılçıplak yazacağım artık. Kıçımla, taşaklarımla, koltuk altlarımı koklaya koklaya. Bu romanı, çürümenin pembeli, morlu, yeşilli benekleriyle kaplanarak bitireceğim.

Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on TumblrPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someone