Söyleşi: Burak Fidan – Ahmet Güntan

 

Orhan Duru kendi için “Güncel Gerçekçiyim” diyor. Az Roman da bu tanımlamanın içine girer mi?

1970’lerin başında söylemişti Güncel Gerçekçi’yim diye. Bu tarihe kadar, toplumcu gerçekçi, eleştirel gerçekçi, fantastik gerçekçi öyküler yazdığını söylemişti eleştirmenler. Az Roman’ın önsözünde “Neden Az Roman?” diye soruyor Orhan Duru. “Belki de güncel yaşamımızda içine düştüğümüz saçmalıkları yazında da yürütmek istiyoruz.” diye cevaplıyor. Az Roman, Orhan Duru’nun yürütmek istediği güncel gerçekçiliğin zirvesiydi bence. Tüm metin, iki ayrı kanaldan güncel gerçeklerle beslenerek ilerliyordu. Bir yandan, gündelik yaşamın getirdiği güncel sorunların içine düşmüş, burada saçmayla karşılaşmış, hastalıkla boğuşan bir anlatıcı, diğer yandaysa toplumcu bir bilinçle günceli yakalayıp, onu fantastik bir biçimde öyküleştiren bir yazar var Az Roman’da.

 

Biraz açar mısın Güncel Gerçekçilik’i nasıl tanımlıyordu Orhan Duru?

Şişe’nin “Öööö” adlı öyküsünde şöyle diyor: “Güncelliğin saçmalığını ya da yanlışlığını görmedim daha, hele güncel gerçeklerin. Onları hızla harcıyoruz. Zaman bir taşıyıcı şerit gibi geriye doğru akıp gidiyor. Güncelin dışına çıkınca işin içine duygular karışıyor, romantikleşiyorsunuz. Soyutluyorsunuz kendinizi giderek. Niye yapayım bunu? Güncel bir gerçekçiyim ben.’’ Duru, bir sanat yapıtında gerçekliğin olduğu gibi göze sokulmasına da karşıydı. Gerçeği, gerçeğin dışına çıkarak kurgusal yollarla gösterirdi. Güncel gerçekçilik de Az Roman’a bakılarak şöyle tanımlanabilir: Gerçekliğin güncelle yakalanıp, onun kendi zamanının da dışına fırlatılarak gösterilmesi…

 

Az Roman’ı yazarın hayatının son günlerinde yaşama tutunmak olarak da yorumlayanlar var. Pek ölümden korkacak bir adam da değildi, tutunmasaydı da olurdu. Yakınında durduğun için soruyorum, tutununca ne kazandı, bunu anlayabildin mi sen?

Sokrates hücresinde ölümünü beklerken flütle bir melodiye çalışıyormuş. “Şimdi neden bunu çalıyorsun”, diye sormuşlar. O da, ölmeden önce bu melodiyi çalmak için, diye yanıtlamış. Orhan Duru da, Az Roman’da böyle bir melodiye çalışıyordu, öyle görüyordum ben.  Buradaki tavır, yaşama tutunmak değil aslında. Yaşama tutkuyla bağlı birinin tavrı bu, doğru. Benim anladığım, yaşama tutunmak değildi. Daha çok ölüme hazırlanmak, ölümü karşılamak gibi bir şeydi. Eğer hastalığınız, doktorların üç aşağı beş yukarı ölüm tarihi verebildiği denli kötücül bir hastalıksa yaşamın içinde kocaman bir boşluk açılıyor. Duru, bu boşluğu bir yapıtla doldurdu. Bu en büyük kazanım, ama bu süreçte Duru ne kazandı diye soruyorsan, bunun için yaşım çok genç, gene de, bir insan ve büyük bir sanatçı olmanın onurunu gösterdi bize diyebilirim.

 

“Büyük yazarlık” ya da “örnek sanatçılık” da hep büyüklüğünü anlamayan ya da örnek bir duruş sergilemek için kendini paralamayanlardan geliyor. Peki, etrafındaki “edebiyata mal olduğundan emin yazarlar” arasında öyle bir kenarda durmayı nasıl beceriyordu? Kendinden emin olsaydı, son anda Az Roman gibi bir sıçramayı becerebilir miydi?

Her şeyden önce samimiyet. Orhan Duru, sonuna kadar kendine karşı samimi kalabilmeyi başarmış bir yazardır. Dışarıdaki yazarlar sahnesinden bu samimiyet sayesinde korunuyordu. Sahneye çıkana mutlaka bir rol verirler, doğal bu. Kendinden emin edebiyat! İşte yüksek edebiyatın tanımlarından biri daha. Az Roman’ın sonunda, “Neden Az Roman” sorusunu “Hiiiç, bilmiyoruz da ondan” diye yanıtlıyor. Bilmemek, edebiyatta keşif açan, yenilik getiren bir durum, tıpkı yaşamda olduğu gibi.

 

Son büyük sıçramayı bu emin olmama haline bağlayabiliriz yani. Peki nasıl dayanırdı seyirci kalmaya? Var mıydı ruh egzersizleri?

Elbette bağlayabiliriz. Yalnız emin olmama hali, burada yazarın kendi yapıtıyla baş başa kaldığı yerde söz konusu. Sahne sahtelerle doluysa seyirci kalmak bir bilinç gerektirir. Hatta zorunluluk. Benim gördüğüm, bu egzersizlerini, yaptığı edebiyat dışı okumalarda ve resimde buluyordu. Bazen tüm gün desen defterlerine portreler çizerdi. Seyirci dedin de oradan aklıma geldi. Meclis muhabirliği yaparken, bir seyirci olarak saatlerce bir koltukta oturmak zorunda kalırmış. Portre çizmeye öyle başlamış, siyasetçileri karikatürize ederken, bir ruh egzersizi olarak.

 

Peki seni hayatına bir gecede şeksiz şüphesiz sokmasını da bu egzersizlerinden biri olarak görür müsün? Sahnenin aydınlattığı değil, günlük hayatın önüne koyduğu işaretlere olan keskin duyarlılığı olarak.

Bu o kadar özel bir soru ki, bilmem farkında mısın? Ben Orhan Duru’yla tanıştığım o günlerde, sabah uyandığımda akşam nerede kalacağımı bilmiyordum. Sokaklardaydım ve günün sonunu gene sokaklar belirliyordu. Yani beni Orhan Duru’ya götüren, günlük hayatın önüme koyduğu işaretleri takip etmemdi. Sonra bir şey oldu. Birden kendimi hem Orhan Duru’nun evinde, hem de hayal ettiği kıyak bir otelin içinde buldum. Şimdi, senin sorunun içinden bakınca çok net bir biçimde söyleyebilirim. Bu da aslında bir ruh egzersizi Duru için. Ama bence daha da ötesi var. Dostoyevski Yeraltından Notlar’da şöyle diyor: “Sizin, yaşamınızda yarıda bıraktığınız şeyleri sonuna kadar götürme cesaretini göstermekten başka bir şey yapmadım.” Çoğu yazar, yaşam koşullarının içinde kendine bazı ruh egzersizleri bulur. Orhan Duru gibi yazarlarsa, bu egzersizleri sonuna kadar götürme cesaretini gösterirler. Benim büyük şansım ise, bu sonu Orhan Duru’da görmek oldu.

 

Senin Az Roman’ı hazırlarken kendi rolün hakkında ne kadar sıkıntı çektiğini biliyorum. Bazı eleştirmenler senin bu kitabın eşyazarı olduğunu söyledikçe nasıl sıkıldığının da şahidiyim. Sana buradan karışıklıkları düzeltme fırsatı versem, nasıl konumlarsın net olarak Az Roman’la ilişkini?

Orhan Duru, Az Roman ile ilgili Dünya Kitap’a yazdığı yazıda beni romanın fikir babası ve ortak yazarı olarak göstermişti. Yazı yayınlanmadan önce elime geçtiğinde neye uğradığımı şaşırmıştım, çünkü o güne kadar Az Roman’a tek dahlim, Orhan Duru’nun yıllar önce tuttuğu bir günlükte gördüğüm, altı çizili kısacık bir notu Duru’ya hatırlatmam oldu: “Az Roman, neden olmasın?” Dünya Kitap’ın aynı sayısına ben de bir yazı yazmak zorunda kaldım. Bu yazıda özetle, kendimi ancak bir “roman işçisi” olarak gördüğümü yazdım. Hâlâ öyle görüyorum. Bu karışıklıkların ortaya çıkmasını da doğal bulmaya başladım. Benim hakkımda, herhalde Türkiye’nin en iyi yazarlarıyla çalıştığımdan olsa gerek, şiir yazmadan şair, öykü yazmadan öykücü, roman yazmadan da romancı denildi. Bu, Türkiye’deki mevcut durumu, yani bir insanın hiçbir şey olmadan her şey olabileceği durumunu gözler önüne seren harika bir portre bence. Az Roman’da ortaya çıkan doğal karışıklığıysa şöyle yorumluyorum. Türkiye’de, belki dünyada da, edebiyattaki dostlukların getirdiği birliktelikler çok az. Ya da şöyle söyleyeyim, birlikteliklerin sınırları çizilmiş, aşkın değil. Duru, yapıtında olduğu gibi, dostluğunda da sınırsız ve aşkın biriydi. İşte bunun kanıtını da, 23 yaşında bir çocuğun elinden tutup eserine ortak etme cesaretinde görebiliriz.

 

Romanın parçalılığı hakkında bir sorum var. Amatör bakışa yer yer bir eskiz defteri niteliğinde görünse de, daha eğitimli bir bakışla romanın bir tema romanı olduğunu da görebiliyoruz. Aslında her yazar ömrü boyunca geri dönüp dönüp tek bir yarasını kaşır derler. Orhan Duru’nun Az Roman’ı toparlayan, disipline eden teması neydi sence?

Az Roman’ın parçalılığı, yaşamın parçalılığından geliyor bence. Adı üstünde. Az Roman. Az az roman. Burada roman yerine yaşamı alalım. Az Yaşam diyelim. Az Roman’ın temalarını Az Yaşam’ın içinde arayalım. Ağırlıklı olarak karşımıza çıkan temalar hastalık, hiçlik, boşluk, sonsuzluk, beraberinde gelen hayaller ve hayaletler. Düşün ki, hastalığın pençesinde az bir yaşamla kalakalmış, hiçlik duygularıyla boşluğa düşmüş bir yazar birtakım hayaletler üzerinden hayaller kurup sonsuza ulaşmak istiyor. Bu uğraşını da, gündelik hayatın güncel sorunsalları içinde ilerletiyor. Bu ne demek? MR cihazının içine giren yazarın, cihazı bir uzay mekiği gibi algılayıp, içinde bulunduğu azlığı bir yapıtla, sanatla sonsuzluğa fırlatmak demek. Az Roman’dan bir alıntı yapayım: “Sonsuzluğu deliyorum, sonra gene sonsuzlukla örülmüş bir yapıyı gündelik yaşama ekliyorum.” Daha önce dediğim gibi Sokrates, ölümünü beklerken bir melodiye çalışıyordu ya, işte bu temalar birer melodi, ama Az Roman’ı oluşturan melodilerin tümü, sanıyorum tüm yazarların da yarasını kaşıyan o armoni, yaşamın ta kendisidir. Peki, bu yaşamın ta kendisinde, Orhan Duru’nun sürekli dönüp dolaşıp anlamak ve anlatmak istediği neydi diye soruyorsan, çelişkiler derim. Duru’nun tüm öyküleri bir çatışmadan doğar. İnsanın insanla, toplumla, çevreyle ya da tanrıyla çatışması. Bu çatışmanın içindeki insan bir çelişkiler bütünüdür. Bir söyleşide şöyle diyordu: “Öykülerimde yaşadığım günleri anlatırken çelişkiler hep ön planda yer aldı. Öykülerimde yer alan alaycı anlatım bu çelişkilere dayanıyordu. Çünkü mizah, bir çeşit dirençtir.” Az Roman’ı da, hastalıkla sağlığın, ölümle yaşamın çatışmasından doğan çelişkilerin romanı olarak görebiliriz. Romanın içindeki mizah da, işte bu çelişkilere karşı bir dirençtir.

 

Kitapta Orhan Duru’nun gerçek hayatta arkadaşı dostu olan bir sürü isim var. Onların tepkileri ne oldu Az Roman’a?

Birçok isim var, Yüksel Arslan, Komet, Ergin Ertem, İlber Ortaylı, Murat Bardakçı gibi. Bir de küçük tiplemeler var, onlar da dostları aslında. Şaziye Hanım, Oktay Bey, Perihan Hanım gibi. Fakat kimse tam olarak gerçek bir kişiliği temsil etmiyor. Roman gerçekliği içinde bir görünüp bir kayboluyorlar, onlar da birer hayalet. Bunlardan, Az Roman üzerine konuştuklarım arasında ortak bir izlenimim oldu. Kitabın bitmesini hiç istemiyorlardı ve böyle bir yapıtın içinde olmanın gururunu taşıyorlardı. Az Roman, yakın çevre içinde, Orhan Duru’nun dostlarına giderayak gönderdiği duygu yoğun bir selam gibiydi sanki.

BurakFidanAhmetGuntan

Fotoğraf: Salih Yurttaş

 

Cumhuriyet Kitap, 7 Ocak 2013.

Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on TumblrPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someone