Söyleşi: Ozan Çınar – Murat Hocaoğlu

 

Mazgalların Altında Ozan Çınar’ın ilk kitabı. Raskol’un Baltası kitap dizisinin yayınladığı iddialı ‘ilk kitap’lardan biri… Yayınevinin ifadeleriyle; “Mazgalların Altında, Ozan Çınar’ın yazarlık serüvenini daha en baştan izlenmeye değer kılan bir öykü kitabı. Aynı zamanda müzisyen olan Ozan Çınar, alıştıkça insanı saran yalın diliyle, süsten uzak kısa cümleleriyle, kaderi ve benliğiyle prangalanmış insanlarhakkında anlattığı şaşırtıcı ayrıntılarla adeta her şeyin yerli yerini mükemmelce bulduğu grotesk bir müzik cümlesi yaratıyor. “Mikro Öyküler”, “Don Kişot Tramvay Duraklarına Karşı”, “Dım!-Tıs!”, “Nazmi ve Üşüyen Battaniye”, “Aklın Sınırlarında” ve hepsi bildiğimiz dünyayı birden alışılmadık bir yer haline getiren onlarca öykü.”

ozancinar

 

Kitabın ilk öyküsü ‘Mikro Öyküler’ renk kartelası gibi kısa ve vurucu insan hikayeleri, insanlar hakkında cümleler seriyor okurun önüne… Sizi yazmaya kışkırtan insan hikayeleri midir?

Yazmak için bir şeyin beni kışkırttığını hissetmedim hiç. Yazmak bir tavırdır. Bunun için elinizde daha önce üzerinde düşünülmüş bir konu olması gerekmez. Bazen bir A4 küfür yazıp kaydediyorum. Sonradan okuduğumda iyi anlar çıkabiliyor. Sinirlendiğiniz bir duruma, hoşunuza giden bir kadına ya da kendi zaaflarınıza karşı yazarak tavır alırsınız. Tıpkı maddenin halleri gibi insanın da bir “yazı” hali vardır. Hayallerinizden harflerin arasındaki boşluklara, oradan da kelimelerin arasına terfi edersiniz. Yazı haline geçersiniz.

 

Mazgalların Altında’ farklı bir ilk kitap… Öykü kitaplarında, hele de bir ‘ilk kitap’ ise, tematik bir devamlılık, bir ‘dosya’ hali çok göze batar. Sizin kitabınız bir ‘külliyat’ havasında. Bu kitabı nasıl tasarladınız?
Çok doğru bir gözlem. Mazgalların Altında’da daha çok flu bir bütünlük söz konusu. Bu yüzden okurken bunu bir dejavu halinde hissedersiniz. Bunu sağlayan şeylerden biri de kitabın tasarlanma şekli. “Mazgalların Altında” bir konsepttir. Öykülerin hepsi bu konseptin içinden çıkmış anlar, mekanlar,  yaşamlardan oluşuyor. Bu açıdan bakıldığında onları Mazgalların Altında temasının üzerine yapılmış varyasyonlar olarak tanımlayabiliriz.

 

İlk kitabınızın yayınlanması sizin için nasıl bir duygu? Her şey istediğiniz gibi mi gidiyor?
İlk kitabın yayımlanması çok kolay olmuyor. Yayınevlerinden alacağınız üç adet ret yazısı hayatınızın bir yılını alıyor. Yaşadığımız çağ göz önünde bulundurulduğunda uzun bir süre. Bu süre içinde beklenen normların karşısında eğilip bükülmemeye çalıştım. Özgünlük dışlanmaya karşı dayanıklılık gerektirir. Yeterince sabrınız ve ortaya koyduğunuz esere inancınız varsa özgünlüğünüzü yitirmeden okuyucuya ulaşabiliyorsunuz. Bu noktada duyarlı bir yayınevi de büyük rol oynuyor. “Raskol’un Baltası” benim için bir şans oldu. Bununla birlikte, geçen süreçte dergiler nefes almanızı sağlayabiliyor. Kitap çıkmadan önce öykülerimi gönderdiğim Kitap-lık ve Sözcükler dergileri onları değerlendirip okura ulaştırdılar. Bunun yazdıklarıma olan inancımı pekiştirdiğini söyleyebilirim. Daha sonra Mazgalların Altında elle tutulur bir hal aldı. Mutluluk verici bir durum tabii… İkinci kitabım için hazırladığım dosyayı tamamlamam için de bir moral kaynağı oldu. Diğer yandan ben öldükten sonra insanların ziyaret edebilecekleri bir mezar taşı bırakmış gibi hissediyorum.

Kitap çıktıktan sonra mümkün olduğu kadar beklentiye girmemeye çalıştım. Beklenti her zaman için hayal kırıklığı getirir, çünkü insanın hayal gücü sınırsızdır. Kaygılandığım noktalar yok değil. Bu durumda beni en çok üzecek şey görmezden gelinmek olacaktır. Kibir etrafımızı korkunç bir şekilde sarmış durumda. Yaşadığımız dönemde bunu yaşama riski geçmişe göre çok daha fazla.

 

Birbirinden çok farklı meseleler hakkında, birbirinden çok farklı insanları anlatan, değişik anlatım teknikleri deneyen öyküler yazıyorsunuz. Belki de bu nedenle, anlatımınıza tatlı bir uçarılık, etkileyici bir özgürlük duygusu sinmiş. Ne dersiniz?
Bir tür füzyon çağını yaşıyoruz. Bir şeyi anlamlandırmak için tasnife ihtiyaç duyulmamalı artık. Bundan sonraki çalışmalarım da böyle olacak. İnsanlar tutarlılığı yanlış yerde arıyorlar. Benim estetik anlayışım kırmızı kalemlerin bir yerde, mavi kalemlerin bir yerde olduğu bir kırtasiye düzeniyle sınırlı değil. Resim ve müzikte kullanılan teknikleri de yazıya taşımaya çalışıyorum. Kendi üslubunuzu yaratmak için ördüğünüz duvarlar yeterince geçirgen değilse kendi hapisanenizi inşa ettiğinizi fark etmeyebilirsiniz.

Başlangıçta verdiğiniz renk kartelası örneği kitaptaki karakterleri, olayları, mekanları ve anlatım şekillerini de kapsıyor. Yazarın özgürlüğü kaçınılmaz bir şekilde okura da yansır. Beklendik ve tahmin edilebilir şeylerin verdiği zevki yaşamak isteyenler için bir sürü boktan Hollywood filmi veya kolaylıkla reklam müziğine dönüştürülebilen besteler yapılıyor. Sinemalar ve sahneler bu tür projelerle dolu. Amacım bu örneklerde olduğu gibi insanların egolarını okşayarak uyuşturduktan sonra kulaklarını kemirmek değil. Kısaca okuyucunun sürekli beklediği şeylerle karşılaşması benim için utanç verici bir durum olur. Burada kişisel bir sebebi de açıklamak isterim. Sıkılgan bir karaktere sahip olduğum söylenebilir. Yazıda bir şeylerin sabit gitmesi beni de bunaltır.

 

“Çünkü intihar o kadar mantıklıdır ki aklına gelir gelmez, aklını başına getirir insanın.” Kahramanınızın ölüme atlayamayışını anlatmak için kurmuşsunuz bu cümleyi. Birçok öyküde, kahramanların ‘aklını başına getiren’ olaylar, gerçeğe uyanma anları okuduk. Bu ‘ayılma’ anlarını anlatmayı mı seviyorsunuz?
Kahramanları bahsettiğiniz türden bir epifani içinde görmekten hoşlanıyorum. Aynı şeyi okura da yaptığım zamanlar oluyor. En açık örneğine “Ziyaret” isimli öyküde rastlayabilirsiniz. “Sıradışı Bir Akşam Yemeği” isimli öykünün ortasında ise tahmininizin dışında bir noktada bulunduğunuzu fark edersiniz.

 

“Azrail ile Üç Dakika” gülümseten bir öykü. Ölümden bahsederken güldürmek gibi hoş durumu da var. Kimi öyküleriniz mizaha çok yakın duruyor. Bu yazarlığınızın bir parçası olacak mı bundan sonra da?
Kişiliğimin bir parçası olduğuna göre muhtemelen yazarlığımın da bir parçası olarak devam edecek. Bizde gülmek, içinde bir çok plan barındırabilen, zekânın parıltılarıyla ortaya çıktığı için biraz da sinsi öğeler içeren bir eylem olarak algılanabiliyor. Sinemamızda bile kötü karakterler geniş kahkahalarıyla ünlüdür. Ağlamak daha saf, daha gerçek “esas oğlan” veya “esas kıza” has bir edim olarak görülüyor. Oysa ben tam tersini düşünürüm. Çabuk ağlayan veya ucuz duygusallığa kolayca kapılma hevesinde olan insanların, zor bir durumda kaldıklarında bıçağı ilkin en yakınlarındakilere sapladıklarına şahit oldum hep.

Olaylar insandan insana, mekândan mekâna ve kültürden kültüre farklı yorumlanabilir. Bir cenazenin ortasında, birden çapkın akrabalardan biriyle yalnız kalıp kendinizi bambaşka bir konunun içinde bulabilirsiniz. Bu mevcut durumla ilgili üzüldüğünüz gerçeğini de değiştirmez. Mizah onu görmek isteyen için her yerdedir.  “Azrail İle Üç Dakika” öyküsünü bir üçlemenin ilk bölümü olarak yazdım. Bu üç dakikalık röportaj havasındaki öykü için iki farklı karakter daha sırada bekliyor. Devamını ilerideki çalışmalarımda göreceğiz.

 

Kitabınızın arka kapağında müzisyen tarafınıza vurgu yapılmış… Müzisyenliğinizin, yazarlığınızla nasıl bir bağı var?
Çok kuvvetli bir bağ olduğunu söyleyebilirim. Başta da belirttiğim gibi yazarken birbirinden farklı sanat disiplinlerinden faydalanırım. Öykülerin bazılarında bunu açık bir şekilde kullandım. “Eflatun Süit”, “Emprovizasyonlar” gibi öyküler bunlara örnek olabilir. Bir kısmında ise yalnızca yapısal anlamda kullandığım için sezilmesi çok zor. Örneğin müzikteki sonat formunu bazı öykülerde tempoyu belirlemek için kullandığım oldu.  Teorik terimlere fazla girmek istemiyorum ancak müzikteki gerilim ve çözülmeler ile ilgili kurallar aynı şekilde olay örgüleri için de geçerli olabiliyor. Müzikteki kadanslar öykülerde de kendilerine yer bulabiliyor. Ancak söylediğim gibi metnimi kurarken yalnızca müzikten değil görsel sanatlardan da faydalanırım. Bazı öyküleri ayrıntılı ve keskin hatlarla anlatıyorum. Bu hatları özellikle rönesans ressamlarının kullandığı belirgin konturlara benzetebiliriz. Kimi olaylar içinse daha flu ve belli belirsiz, metnin içinde eriyen bir üslup kullanıyorum. Bu tip öyküleri de empresyonist ressamların tablolarına benzetebiliriz. Örneğin aşağıda gördüğümüz rönesans ressamlarından Boticelli’nin The Birth of Venus’ündeki karakterleri tablodan bir makasla kesip çıkartabilirsiniz. Görsel niteliklerinden hiçbir şey kaybetmeyeceklerdir. Oysa Pissarro’nun Boulevard Montmartre tablosundan bir insan figürünü resmin dışına taşırsanız yalnızca siyah bir lekeyle karşılaşırsınız. Çünkü o siyah leke tablonun geri kalanıyla anlam bulur. Aynı şeyi öyküleri kurarken de kullandığımı söyleyebilirim. Özellikle son yazdığım öykülerde bu tip flu eğilimler daha ön planda. Hatta Sözcükler dergisi 43. (Mayıs-Haziran) sayısında bu şekilde yazdığım iki öyküme yer verdi.

 

boticelli

“The Birth of Venus”, Sandro Boticelli (1445-1510) 

 

pissarro

“Boulevard Montmartre”, Camille Pissarro (1830-1903) 

“Mazgalların altından tabanlarınıza tükürüyorum, ruhunuz bile duymuyor…” Sitenizde de –‘motto’ olarak- kullandığınız bu alıntı, bu müthiş meydan okuma, ne kadar sizi temsil ediyor?
Bu söz aynı zamanda kitabın son bölümünde de geçiyor. Burada duyulan sesin bana ait olduğunu söyleyebilirim. Bu arada bu meydan okumanın neye karşı yapıldığına dair birkaç şey eklemek isterim.

Sistematik cehalet, Ortaçağ eğlenceleri ve küçük kurnazlıklarla çevrili bir ortamda yaşıyoruz. Mizah anlayışımız bile başkasının başarısızlığı veya eksikleri ile alay etme üzerine oturtulmaya çalışılıyor. Ortaçağ eğlencesiyle kastettiğim şey de bu; tikli insanları, cüceleri, yaşlıları veya zihni üşümeye başlamış karakterleri toplayıp, onlara türlü hokkabazlıklar yaptırarak televizyonda veya bilgisayar ortamında grotesk bir sirk ortamı yaratılıyor. İnsanlarımızın sıkça düştüğü tuzaklardan biri bu… Özellikle şehre dayatılan bir durum…

Yabancı devletlerin kendi halklarını aptallaştırmak için kullandıkları medya bileşenleri, ülkemizde daha da ucuzlatılmış taklitlerle kendini gösteriyor. Bunun sonucunda piç bir kültür zorbaca insanların etrafını sarıyor. Kimi kendini yaratma sürecinde bu engelleri aşıp doğru bildiği yolda ilerlerken kimi de celladına aşık olmaya çalışıyor.

Kültür endüstrisi okuru satış grafiklerindeki renkli çubuklara dönüştürdüğü gibi yazarı da o çubuklarla sınırlamak istiyor. Sınıflandırılması, dolayısıyla kontrol edilmesi kolay bir “sanat ortamı” yaratmaya çalışıyor. Büyük oranda da başarılı olduğunu görüyoruz. Bu endüstrinin algı ortalamasına hitap eden, öngörülebilir ürünleri her ortamda ayağımıza kadar getiriliyor.

Evlerde, sokaklarda, sinema salonlarında, sergilerde insan zekasına yapılan birer hakaret gibi yükseliyor. Sanat değeri taşımak zorunda olmayan medya ürünleri ise tamamen etik sınırların dışında, insani değerlerden uzak ve sorumsuzca halkın üzerine pompalanıyor. Adorno’ nun “Kültür Endüstrisine Genel Bir Bakış” isimli makalesinde yazdığı gibi otomobiller, bombalar ve filmler bütünü bir arada tutuyor. Bu tespiti yaratan koşullar halen geçerliliğini korumaktadır. Ben bu bütüne karşı meydan okuyorum. Bunu yaparken de elimde ilk kitabımla birlikte savurduğum Raskol’un Baltası’nı tutuyorum.

 

Kimleri okuyorsunuz? Başucu kitaplarınız neler?
Son okuduklarımdan aklıma ilk gelenler Etgar Keret’in “Tanrı Olmak İsteyten Otobüs Şoförü”“Buzdolabının Üstündeki Kız” ve“Kapı Birden Vuruldu” isimli kitapları, “Sanatın Gerçeklikle Estetik İlişkileri”(N.G. Çernışevksy/Evrensel Basım Yayın),“Marksizm ve Biçim”(Fredric Jameson/YKY), “Başıbozuk Günceler”(Ece Ayhan/YKY), “Kuyudaki Zenci” (Erskine Caldwell/Adam Yayıncılık), “İyot”(Ahmet Güntan/YKY) gibi kitaplar…

Başucu listesi çok fazla uzayabilir. Sembolik bir şeyler söylemem gerekirse; gözüm kapalı Fante okurum. John Fante… Amerikan Güney Gotiği’ni severim. Türk Edebiyatı’nda okuduğum en etkileyici eser Nazım Hikmet’e ait olan “Memleketimden İnsan Manzaraları”dır.

Yazarların günlüklerini karıştırmayı severim. C. Süreya, O. Atay gibi isimlerin günlükleri teorik kitapların vereceği şeyleri çok net ve samimi bir şekilde veriyorlar. Bir çevirmen olarak da Avi Pardo’nun kullandığı dili etkileyici buluyorum.

 

Web siteniz ( www.ozancinar.com ) çok güzel. Burada neler yayınlamayı düşünüyorsunuz?
Teşekkür ederim. Burada yazdığım bazı öyküleri, internette rastlanması zor alıntıları (en son Argos Dergisi’nin Ağustos 1989 sayısında yer alan, Can Yücel’in Turgut Uyar hakkında yazdığı “Turgut Uymaz” isimli bir yazıyı paylaştım) ve kendi deneysel çalışmalarımı paylaşıyorum. Son Yazdığım öykülerden “Yol Hiç Bitmeyecekmiş Gibi”yi de buradan okumak mümkün.

 

Yazı masanızda neler var? Çalıştığınız konular neler?
Yazı masasının üstünde “Hermes/Baby” marka bir daktilo duruyor. Tamamlamak üzere olduğum ikinci kitapla ilgili düzeltmeleri yazıyorum onunla. Muhtemelen sene sonuna doğru son halini almış olur. Hemen ardından da iskeletini oluşturmaya başladığım daha uzun soluklu bir çalışmaya başlayacağım.

Üzerinde çalıştığım konulara gelince. Fizikle yakından ilgileniyorum. Astronomi ve kuantum ilgi alanlarımın içinde… Kuantum her ne kadar karmaşık ve benim için teorik olarak incelenmesi imkansız bir alan olsa da anlayabileceğim kadarını anlamaya çalışıyorum. Konuyla ilgili fizikçi olmayan insanlar için yazılmış yayınları takip ediyorum. Bu tip kaynaklar gün geçtikçe artıyor. Maddenin yapısı son derece etkileyici ve makro dünyadaki algı sınırlarımızın ötesinde…

 

okuryazar.tv, eylül 2013.

 

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on TumblrPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someone