“Eğer ruh kirlenirse, şarkılar da kirlenir.”

                                                      (Grönland halk şarkısı)

 

“Farklı iksirler oluşturmak mümkündür Celal. Yalan ile tesadüf birleştiğinde utanç ortaya çıkar. Tesadüf ile yanlış anlama birleştiğinde özür ortaya çıkar. Yalanla yanlış anlama sonucunda kavga çıkarken, gurur ve ümitsizlik yalnızlığı ortaya getirir. Tıpkı benim şimdi olduğum gibi. Yalnızlık ve yalan paranoyaklığı tetiklerken öte yandan yanlış anlama ve paranoyaklık daha zehirli bir paranoyaklığı oluşturur Celal. Özür ve utanç birleşince affedilmeyi getirir meydana. Affedilenin tesadüfen gururu okşanırsa kibir baş gösterir bunu anlayabiliyor musun? Ümitsizliğin tesadüf olmadığı anlaşıldığında ise sorunu kendinde aramaya başlarsın ve mazoşizmin tohumları ekilir çamurdan tarlalara. Akıllı bir kimyacı olsaydım tüm bu bileşimlerin üzerine bir damla kendini feda etme koyarak pişmanlık kokulu bir nefret elde edebilirdim ama gel gör ki cahilim. Cahiller ortaya çıkan bokun baş döndürücü kokusuyla büyülenirler ve sevgililerinin fallarını okumaya başlarlar gazete köşelerinde. Bok neden kahverengi düşündün mü Celal? O koku akciğerin balonlarını patlattığında artık kereviz güzel bir yemektir ve sevgilinin en sevdiği şarkıcı olan Marc Anthony bile dünyanın en iyi müzisyenidir. İnanç hafızasız bir inatçıdır. Mutluluktan bahsettim mi hiç? —Hayır. Tam 11 ay oldu terk edileli. Mastürbasyondan bahsettim mi? –Birçok kez. Kaç zamandır bir fotoğraf bile çekmedim. Ruhum kirlenecek diye çok endişeliyim. Bu ara çok mu sigara içiyorum? –Hem de nasıl.   Konumuza dönelim Celal. Yalnızım, çok canım acıyor.”

Doktordan çıktıktan sonra kliniğin bulunduğu apartmanın önünde ayaklarını bir omuz boyu genişliğinde açtı ve kemerini sıkıştırarak pantolonunu göbeğine kadar çekti. Sağ eliyle sakallarını kaşıdıktan sonra tırnaklarına baktı ve aynı eliyle üzerinde emanet gibi duran ince hırkanın cebinden sigara paketini çıkardı. Aslında sigara paketinin üzerindeki develer Oruç’un sigara içtiği yıllar boyunca yürüyor olsalardı çoktan o çölleri geçmiş olurlardı. Sigarayı dudağına yerleştirir yerleştirmez bir öksürük tuttu. Boğazı yerinden koparak kaldırıma dökülmek istiyordu. Dizleri ise sıcak bir odun sobasının karşısında ergimek, bağlı olduğu kemiklere yapışmak ve sahibinin bir daha oraya buraya koşturmamasını istiyordu. Sonunda öksürüğünü yendi. Her öksürük bir savaşa benziyordu ve bu kez de sağ çıktı. Gözleri domates sulu bir votka bardağına döndü. Elleri çakmağını aradı üzerinde. Havaalanlarındaki güvenlik aramaları gibi eller gezindi üzerinde. Celal’e sigarayı bırakma sözüyle birlikte bırakmıştı az önce masasına çakmağını. Küfrederek söylendi içinden. Kafasını yukarı kliniğin olduğu kata doğru çevirdi. Çevredeki aynalı camları olan binalardan yansıyan güneş battı gözlerine. Algılarından herhangi birisine aşırı bir uyaran yüklendiğinde aniden çok sinirleniyordu. Hiç kısık sesle müzik dinleyen bir pilot görmemişti.

Kliniğinin penceresinde sigarasını tüttüren Celal seslendi elindeki çakmağı sallayarak, -Bunu mu arıyorsun? Sigara, yukarı baktığı için açılan ağzında alt dudağına yapışmış bir şekilde duruyor ve yanması gereken ucu asfaltı gösteriyordu. Celal penceresinden gülümsedi. Oruç ise eliyle yanmayan sigarasını dudağından ayırdı. Kuruyan izmarit dudağından kabuk gibi bir parçayı da beraberinde götürdü. “Aaaaıhh” diyerek yüksek sesle bağırdı. Belli belirsiz bir sızıyla dudağını ıslatmaya çalışırken kesin olan şeyleri düşündü Oruç. Hiçbir işveren hastanede işçi, hiçbir koca müstakbel eşini hapishane önünde aramaz ve insanın çocukluk arkadaşı aynı anda psikoloğu olamazdı. Gözlerini alan güneş, dudağını kanatan izmarit, arkadaşı ve doktoru olan Celal’in dayanılmaz bayağılığı duvarda bir resim gibi asılı duran sinirlerinin dübellerini gevşetti. Kendisi kadar derin olduğuna inanmadığı bir adama açıldığına her seferinde pişman oluyordu ama başka arkadaşı yoktu; psikoloğa verecek parası da. Eliyle parçaladığı sigarayı yolun kenarına doğru fırlattı. Celal’e göre Rus edebiyatı okumakla psikologluk arasında pek çok fark vardı. O bu tür bir derinliğe inanmıyor, psikologla diş hekimi arasında teşhis ve tedavi noktasında pek farklı olmayan yöntemlerin geçerliliğini savunuyordu. Celal’in kendisi ve arkadaşlığı belki de sadece lisede kalmalıydı. Oruç bir anlığına içeride yaşadığı rahatlamayı unuttu ve seanstan önceki haline geri döndü. Hayattaki tüm döngüler kadar sıkıcıydı.

O sırada Oruç ilk adımını asfalt yola doğru atacaktı ki Celal’in yüzündeki gülücükler bir anda silindi ve kaygılı bakışlar yüzüne yeni yıkanmış kırışık bir çarşaf gibi serildi. Bir terslik olduğunu anlayan Oruç önüne baktı ve neredeyse ezilmekte olduğunu görüp tekrar kaldırıma geri adım attı. Tabanlarından başka bir ulaşım aracına sahip olmamasının nedeni trafik kazalarından böylesine korkmasıydı zaten. Arabanın kornası öyle tiz gelmişti ki Oruç’un hassas algıları delik deşik bir dart tahtasına döndü. Yavaşlayan araba, tepesinde güneşliği açık ve ancak dişleri kadar beyaz kalabilecek bir Jaguar’dı. Şoför onun yanından geçerken güneş gözlüklerinin üzerinden eğilerek Oruç’a şöyle bir baktı ve vitesi boşa alıp yokuş aşağı yoluna devam etti. Kornaya sinirlenen Oruç tam yeniden küfretmek için ağzını açacakken dikkati dağıldı. Uzaklaşan arabanın pencerelerinden sızan müzik onu bir ninni gibi uyuşturdu. İyi müzik dinleyen zenginlere diyecek yoktu. Kafasını tekrar kaldırıp Celal’e baktı. Celal yüzündeki çarşafı çoktan ütülemişti. “Haftaya yine bekliyorum ha!” diye seslendi ancak Oruç bu servisi ensesiyle karşılayarak sayı olmasına izin vermedi. Kızgın bir adamı düşündü. Kendisini o adama beğendirmek istedi. Kafasındaki bu yeni düşüncelerle bulanık suları durultmak istedi.

Koşarak karşıya geçmek için 7 saniye ihtiyaç duyulacak kadar geniş bir caddenin kenarından yokuş aşağı yürüyordu. Ara sokaklarını henüz keşfedemediği bu semtte gezinirken kafasında Jaguar’daki adamla kavga etti. Söyleyemediklerini bir bir söyledi adama kafasında. “O bunu deseydi ben de ona şunu derdim” diye düşünerek kendisini rahatlatmaya çalıştı. O anda bunları düşünürken farkında olmadan dudaklarını kıpırdattığını karşısından gelen kızın bakışlarından anladı. Onun da arkasından “Ne var? Sen hiç mi kendi kendine konuşmuyorsun?” diye bağırmak geldi içinden ama o da erkeklere mahsus olan otokontrol zincirlerine takıldı. Sanki hiç karar verme yeteneği yoktu. Acıkınca midesi, kusunca karaciğeri, güzel bir kadın gördüğünde aleti, güzel bir sokak gördüğünde ise ayakları karar veriyordu, hepsi bu.

Bir üst geçide tırmandı sonra. Yol da üst geçit de oldukça genişti. Orada tırabzanlara sırtını dayamış ıvır zıvır satan bir çocuk gördü. Eğilip onun sattığı çakmaklardan birisiyle sigarasını yaktı sonunda ve dirseklerini tırabzanlara dayayıp uzakta görünen denize baktı. Çocuğa kafasını çevirmeden seslendi Oruç, “Bana bir şeyler satmaya çalışmazsan senden 12 tane çakmak satın alırım” dedi. Çocuğun beyaz göz akı tekrar önüne döndü ve yerde serili olan bezin üzerindeki çakmaklardan 12 tane ayarlamaya başladı. Allah’tan sayıları iyi biliyordu.

Satıcı çocuğun üzerindeki renklerden oluşan ve kilime benzeyen kazakları California’daki sörfçüler de giyiyordu kışları. Ne tesadüftü. Ne yani hemen sevgiye mi inanmalıydı?

Biraz daha denizi seyrettikten sonra ona seslendi Oruç, “Topla tezgâhı, takıl peşime” “Önce çakmakları al” dedi satıcı velet. Oruç’un içinden onun adını sormak geldi ama onun hakkında öğreneceği her detay bağlılık duygusunu besleyecek ve onu eve götürüp yapmak istediği şeyi baltalayacaktı. Büyümesini istediği fidanın üzerine gölge gibi çökecekti. Hiç sesini çıkarmadan cebinden 10 lira çıkardı. Velet havada kaptığı parayı önce dikine ikiye katladı, sonra tekrar katladı ve kazağının kolunun içinde sökükler sayesinde kendi kendine oluşan gizli cebe yerleştirdi. Tezgâhını oluşturan kumaş parçasını toplayıp bir bohça yaptı ve sırtına asarak Oruç’un peşine düştü. Bembeyaz göz akıyla Oruç’u süzdü ve onun köselelerine baktı. Kendi ayakkabılarıyla yarıştırmak bile istemedi. Her gün onlara bakarak zamanını geçiriyordu zaten. Hazırım dedi gözleriyle Oruç’a. Eğer fazla konuşursa Oruç’un vazgeçeceğini anlayabilmişti. Zekiydi. Tavşan adımlarıyla Oruç’un peşinden yürümeye başladı. Üst geçidin üzerinde 190cm boyundaki Oruç ile 132cm boyundaki velet peş peşe yürüyorlardı. Gölgeler bile güneşe yöneliyordu sanki ısınmak için. Bu ne biçim mayıs ayıydı? Uzaktan bakılığında ikisinin siluetleri üst geçidin üzerinde aynı ipte yürüyen usta ve çırak cambazlar gibi görünüyordu.

Oruç yürürken gerisine bakarak çocuğa samimiyetli bir göz kırptı ve eliyle hızlanması gerektiğini anlatan uluslararası hareketi yaptı. Bohçasının sırtına değdiği yer dışında her yeri üşüyordu. Velet konuşmamaya yemin etti içinden. Üzerine de kabul olması için ezberlediği duayı okudu. Arapça bilmediği için belki de çok yanlış şeyler söylemiş olabilirdi. Bir korku kapladı içini. Oruç Jaguardan gelen şarkıyı ıslıkladı yürürken yeniden. Zihnindeki bu şarkıyı bir çöp kovasının içine tükürerek söndürdü.

Eve geldiler. Oruç su ısıtıcısının düğmesine bastı ve kapattı. Isıtıcının kapağını açtı ve yüzünü hâlâ fokurdamakta olan suya doğru tuttu. Yüzü yumuşacık oluverdi kısa bir süreliğine Oruç’un. Gözleri kapalıydı ve yüzüne çilek aromalı nargile dumanı üfleyen gencecik kızları düşledi. Gözlerini açtı ve önündeki bardaklardaki poşet çayları hazırladı. Boyları ile ters orantılı olarak küçük bardağı kendisi aldı ve dev kupayı adını bilmediği çocuk için doldurdu. Çayı hazırlanırken hiç ses çıkarmadan oturan çocuk ayaklarını yüksek bir bar taburesinde sallayarak oturmaya devam ediyordu.  Oruç’un eve getirdiği ilk evsiz değildi bu ve sonuncusu da olmayacaktı. Ona verdiği bardak onun minik ağzına bakılırsa tam bir Gulliver bardağıydı. Şaşkın gözlerle bardağın büyüklüğüne bakıyordu. Karmakarışık saçlarında bir orman gezintisi yapıyor olmalıydı bitler. Onların dünyasında her şeyin büyüğü hayranlık uyandırıcıdır. Büyük balonlar, büyük bulutlar, büyük saraylar ve büyük uzaktan kumandalı arabalar. Oysa erkekler büyüdükçe küçülen oyuncaklara ilgi duymaya başlıyorlardı. En küçük cep telefonları, en küçük bilgisayarlar vesaire. Çocukken hayranı oldukları dev sarı iş makinelerini çok çabuk unutmuşlardı. İki eliyle bardağı kaldırdı ve çok geçmeden tekrar tezgâha koyması gerekti. Yanan avuçlarını soğumaları için yanaklarına yapıştırdı ve ofladı. Bunu yapmayı nereden öğrenmişti acaba diye düşündü Oruç. Oğlunun hayatı keşfetmesine tanıklık eden bir baba gibi hissetti. Ruhu arınmış gibiydi. Hayatta en çok korktuğu şey ruhunun kirlenmesiydi. Kapı kollarını mendille tutan insanlar görmüştü daha önce. Bunun gibi bir şeydi işte ruh kirlenmesi. Sakınılması gereken bir alışkanlıktı çünkü tümü gibi yapışkandı.

Tekrar denedi, kolları koca bardağı güç bela kaldırabilen uçurtma çıtaları gibi incecikti. Sonunda bir yudum almayı başardı. İki dakikada bir kazağının koluna sakladığı on lirayı yokluyordu diğer eliyle. Bu seferki değişmeyen bir huydu; erkekler büyüdüklerinde her akşam ceplerini ve banka hesaplarını kontrol ederlerdi.

Oruç’un evinde mutfakla salon birleşikti. Oturdukları tezgâhta çocuğun sırtı salona dönüktü. Tezgâhın boyu zaten neredeyse onun omuzları hizasındaydı. Çocuk Gulliver bardağıyla uğraşırken, Oruç onun arkasına geçip salonda eşyaları düzeltmeye koyuldu. Eşyaları düzeltiyormuş gibi yaparken öte yandan cebinden çıkardığı bozuk bir liraları minderlerin arasına, televizyon sehpasının üzerine, boş şeker kâsesine ve onun boyunun yeteceği her yere koyuyordu. Tekrar tezgâhın önüne geldiğinde öteki çayını yarılamıştı bile. Oruç da kendi bardağından bir yudum aldıktan sonra kapısını kapatmadan banyoya girdi. Küvetin kenarına oturdu ve birkaç saniye boyunca boş gözlerle küvetin su giderini izledi. Küvetin diğer ucundaki gider kapağına uzandı ve deliği kapattı. İçerden gelen çay höpürdetme sesi kesildi. Sıcak suyu açtı ve küveti doldurmaya başladı. Giderek daha sıcak akmaya başlayan su içerisini buharla doldurmaya başladı ve açık kapıdan eve doğru yayıldı. Banyonun kapısından eve yayılan buhar, yıllarca topa dokunmalarına izin verilmemiş bir futbol takımının ilk maçları için soyunma odalarından sahaya çıkışları gibi evin her yerine koşarak ulaşıyordu. Küvet yarısına kadar dolduktan sonra suyu ılıştırmaya başladı. Duvar kenarında duran sabun ve şampuanları küvetin içine doldurdu ve hırkasını kıvırdığı koluyla bir çorba pişirircesine küvetteki suyu karıştırdı, köpürttü. Banyoda duran kirli havlulardan birisiyle kolunu kuruladıktan sonra tekrar salona döndü. Çocuk yüksek taburesinden inmiş ve salonda gezinmeye başlamıştı o banyodayken. Elleri ceplerinde duvarlardaki Oruç’un çektiği fotoğraflara bakıyordu. Çerçevelerdeki fotoğrafları satın alması için bir uşağı olan kalın iş adamlarına has bir özgüven vardı çoçuğun duruşunda.

Elleri ceplerinde televizyon sehpasından ve şeker kâsesinden yürüttüğü bir liraları sımsıkı tutuyordu. Ellerli terledi; hem heyecandan hem de demir paraları sıkı sıkıya tuttuğu için. Tam önünde durduğu fotoğrafta şişman bir kadın bir çocuğu eteğinin altına saklıyordu. Fotoğraftaki kadının geceliği, kalın ayak bilekleri ilgisini çekti. Öte yandan cebinde bir liralara yazı tura attırmaya devam ediyordu. Bu fotoğrafın yanındaki diğer çerçevelere bakarak evin içerisinde gezinmeye devam etti. Hayatının ilk sergisindeydi ve bunun farkındaydı. Öte yandan Oruç eline aldığı makinesiyle onun fotoğraflarını çekmeye başladı. Farkında olmadan bağ kurmaya başlamışlardı ve bir an önce son bulması gerekiyordu Oruç’a göre. Paylaşmak, aktarmak, bölünmek ve giderek azalan yalnızlık. Yalnızlığını bağladığı iskele babasına uzanan halatın lifleri atmaya başladı; işler kontrolden çıkıyordu. İnsan ilişkilerinde bu noktadan sonra tekrar sessiz boşluklar yaratmak çok zordu Oruç’a göre. Parizyen çoraplarını seviştikten sonra tekrar giymeye üşenen bir orospu gibi hissetti kendisini. Yalnızdı ve hiç akrabası yoktu. Akrabalık sistemi, yaşlılar yanlışlıkla, acısız bir şekilde ölmesin, yeni doğanlarsa yanlışlıkla balkondan düşüp kendisini kurtarmasın diye kurulmuş bir düzendi Oruç için.

Banyodan gelen buhar yoğunluğunu kaybediyordu. Oruç çocuğun kişisel mekânına bir saldırıyla onu kucakladı ve banyoya götürdü. Parizyen çoraplar çöp tenekesini boyladı bile çoktan. Kendi odasından bir havlu getirdi ve çocuğa verdi. Kazağını çıkarmak ve çıkarmadan küvete girmek arasında bir tereddütteydi çocuk. Oruç onun on lirası için kaygılandığını anladı. Velet diğer bozuk paralar şıngırdamasın diye onları ayrı ceplere koyacak kadar zekiydi. Küvete girdikten sonra Oruç onun elbiselerini görebileceği bir yere koydu banyoda. Köpüklerin arasında yüzü gülmeye başladı. Suyun rengi koyulaşırken Oruç’un yalnızlığı tartışılır bir konuya dönüştü. Çocuğun kirli tenine bakıyordu. Oruç hırkasının kollarını bir kez daha kıvırıp onun saçlarını şampuanladı ve içeri gitti. Küvette yalnız kalan çocuğun bakışları banyoda geziniyor ve başıboş bir sinek gibi eşyadan eşyaya konuyordu. Aynadaki buğuya sonra da diş fırçasının üzerinde geziniyordu sinek. Banyonun fayansları batmakta olan güneşin rengindeydi. Kirli çamaşırlara kondu ve Oruç’un elinde bir külah dondurmayla banyoya geri gelmesiyle kayboldu sinek. Belediyenin meydanlara yaptığı havuzlardan sonra uzun süredir girdiği ilk su birikintisi buydu. “Bu kadar iyi niyetli olma. İyi niyet denen şey eğer bir tarla olsaydı bittiği yerde çitlerin arkasında mutlaka cinsel taciz tarlaları başlar. Linç edilen hep sen olursun” derdi Celal Oruç’a. Elinde dondurmayla gelen Oruç’un aklına bu sözler geldi. Ruhu kirlenmeye müsait temiz bir havluydu.

Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on TumblrPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someone