Söyleşi: Ozan Can Özübal – Emrah Altınok

 

Ozan_Can_ozubal

 

 

 

Yarattığı karakterlerden birisi olan Oğuz gibi “iki yol gördüğü zaman bunlardan hangisi iyi yol diye sormayacak bir kafa yapısına sahip” olan genç yazar Ozan Can Özübal ile cesaret dolu ilk romanı itlaf hakkında konuştuk. – Emrah Altınok

 

 

İlk romanını yayımlayan bir yazara hemen sormak lazım, yazma hikâyen nasıl başladı, neden yazıyorsun?

İki sene önce büyüdüğüm apartmanın odunluğunda eski eşyalarımı ararken ilkokul defterimi buldum. 301 yazıyordu üzerinde, okul numaram. İçini açtığımda sadece bir sayfasını kullandığımı gördüm. Tam tamına şöyle yazıyordu: “Ben Ozan Can Özübal. 1994. On yaşındayım. Hâlâ ölmedim.” Sanırım yazmaya ilk böyle başladım. Uzun yıllar sonra tekrar yazmaya başlamamsa bir öfke anına denk gelir. Öfkeliyken ilk defa doğru düzgün şeyler söyleyebildiğimi fark ettim ve öylece devam etti. Yoksa adam öldürebilirdim. Ciddiyim. Böcek ezerken suçlu hissetmez ya insan kendini, öyle işte.

 

Bu adam öldürme meselesiyle ilgili soracağım şeyler var ama onlardan önce yazma maceranda yeri olabilir diye soruyorum, edebiyatta, şiirde, “bu adamlar, kadınlar iyi ki yazmış” dediğin kimler var?

Her okuma, yazarıyla gıyabında bir tanışma şeklinde gelişiyor benim için. O yüzden iyi ki yazmışlar diye söze başlarsam bu beni gereksiz bir kibir zehirlenmesine götürebilir. Üstelik haddim olmayan cinsten. İyi ki tanışmışım dediğim isimler: Knut Hamsun, Luis-Ferdinand Celine, Phlippe Djian, Orhan Duru, Milan Kundera, Ahmet Güntan, Ryu Murakami, Gore Vidal, Cemil Kavukçu, Demir Özlü, Paul Bowles, Paul Auster, Metin Eloğlu.

 

Pekâlâ, seni hatırı sayılır bir süredir tanıyan birisi olarak hemen şunu söylemeliyim, Raskol’un Baltası senin için çok doğru bir mecra gibi görünüyor. Yayınevi manifestosundaki şu kişisel patlamalar, kuralların alaşağı edilmesi ve sahicilik konuları üzerine sen neler söylersin?

Bence de Raskol’un Baltası çok doğru bir yol oldu kendimi ifade edebilmek için. Manifestonun bitmiş halini okumadan önce de ne yazacağını kelimesi kelimesine tahmin edebiliyordum. Sahicilik zaten doğası gereği kuralları alaşağı eden bir durum. Kurallı olan her işleyiş bazen sahte, bazen de ütopik görünür. Patlamalarsa yüksek edebiyatçılara gelsin; “şimdiki gençler biraz şey, ne bileyim işte şey” diyen ayaklı sözlüklere gelsin. On gün hiç konuşmamayı deneyin. Bakkal amcayla bile. O patlama öyle bir anın sonunda işte. Seni hâlâ masum sanan annenin o kitabı okuyacağını bile bile o cümleyi esirgememek patlama.

 

O cümleyi esirgememek cesaret işi doğrusu. Kitapta “Beden ruhun bencilliklerine boyun eğen bir attan farksızdır. Yorulan at değil, her sızdıran deliği kapatmaya çalışan beyindir” diyorsun. Hayatını ‘sızdırmazlık’ üzerine inşa etmiş çok yazar tanıyoruz. Kendini ele vermemek için şunu yazmayayım ya da öyle değil böyle yazayım demedin mi yani hiç?

Su geçirmeyen bir ayakkabıda ayağınızın hava almasını bekleyemezsiniz. Bu yüzden sızdırmazlık konusu da iki yönlü düşünülmesi gereken bir konu. Kendimi ele vermemek uğruna tüm delikleri kapatırsam, okuyanı hikâyenin içine almasını beklediğim nefes boşluklarını da kapatmış olurum. Kendi yarattığım problemlerle boğuşarak yazmaya çalışıyorum.

 

Bu problemlerin kaynağı benliğin kendisi mi peki? Çünkü sana göre benlik denen şey ontolojik açıdan biraz oynak bir şey sanırım. Mesela kitaba göre suda uzun süre kaldıktan sonra hepimiz balık olduğumuzu itiraf ediyoruz; ama sen aynı zamanda “Her itiraf, küpten kafanızın bir yüzüne attığınız çarpı işaretidir. Çevirip çevirip kullandığınız kafanızda kaç yüzünüz var?” diyerek buna isyan eder gibisin. Bu konuda neler söylersin?

Her akşam yattığımda önce hayatımdaki gerçekleri bir tarafa çeker düşünmeye başlarım. Sonra bir bakmışım ki hayal kuruyorum. O ikisi arasındaki geçiş anını yakalamak imkânsızdır; tıpkı uykuya daldığın anı yakalayamamak gibi. Başbakanlar da bunu yapar konuşmalarında. Önce sayıları verir, sen de hak verirsin. Sonra ise vaatlerine hak verirken buluverir dinleyen kendisini. Yine geçiş anını kaçırmıştır. Hayatın da beni bu dalgın geçişlerde mukavemetsiz bıraktığı, akışın bir parçası olduğumu itiraf ettirdiği anlar oldu ve her itirafla birlikte eski kendime cenaze töreni düzenlemem gerekti. Yeni bir yüze ihtiyacım oldu her yeni başlangıçta. Hayaller ve gerçeklik arasında bir tampon bölge olmalı sanırım.

 

Çok etkilendim bu cevabından. Bende de şöyle bir şey var, hayal kurabilmem için önce gerçekleri kabullenmem gerekiyor. Belki de bu yüzden kitabının kuruluşunda özellikle bir şey dikkatimi çekti. Kitap 26 kısa parçadan oluşuyor ve sen ilk 15 parçada kitaba şiirsel / teorik bir giriş yapıyorsun. Ben burada biraz Georges Bataille’ın çok sevdiğim İmkânsız’ındakine benzer bir tonda “okuyucuyu kendi tarafına çekme” derdi seziyorum. Bu saptamamı kitabından bir alıntıyla destekleyeyim, aynen şöyle demişsin: “önce gerçeklere inanmayı deneyin, sonra hikâyemi anlatayım”.

Kesinlikle haklısın. Zaten bir önceki soruda da bunun ipucunu veriyordum. Yani söyleşi sırasında bile seni kendi tarafıma çekmeye çalışıyordum. Pek çok korkak adam da benim gibi bilmediği sularda yüzmek istemez. Bu bir ilk kitap. Bu benim yüzdüğüm kıyı. Benim sularım. İlk ben geldim diyemem; hatta olmasın da öyle. Umarım Bataille gibi adamlar yüzmüşlerdir bu sularda yıllar önce.

 

Bataille gibi sızdırmazlık hastalığı olmayan yazarlar bence yüzdüler, evet. Şu ilk 15 parça üzerine biraz daha konuşalım derim. Kitabın bu kısmı bana göre aforizmalarla dolu; hatta benim bu aforizma dediğim şeylerden kartlar, ‘sticker’lar bastırdın biliyorum. Bunların çoğundan iyi ‘tweet’ olur. Ben bazılarını ‘tweet’ledim bile. Bir dönem yazarlara has sayılabilecek bu ‘büyük söz’ söyleme meselesi artık ‘diji-toplumsallaşmış gibi görünüyor. İçi boşaltılan güzelim aforizmalara da alıştık. Sen nasıl bakıyorsun bu konuya? Tweet yerine kitap yazmak, güzel cümleleri küçük kartlara bastırıp dağıtmak mı tercihin?

İçinin boş ya da dolu olması bu söze hak verip vermemekle ölçülmemeli. Subjektif durumlar, kaygan zeminler söz konusu. Ben düşüncenin onu düşünenden de bağımsız bir şey olduğuna inanıyorum. Bu da mesela “büyük söz” ama bunu anlatabilmek için oturup yeni şeyler yazmaya başladım bile. Kısaca demek istediğim o ilk 15 parçanın izleri hikâyenin içinde karşınıza çıkar mutlaka ve sürdürülmüş bir düşünceyi tamamlar. O ana kadar havada asılı sahiplenilmeyi bekleyen düşünceyi, o büyük sözü, hikâyede karşınıza çıktığı an alırsınız ya da almazsınız. Mesele biraz bunla ilgili sanırım. Tweet konusuna ise hiç girmeyelim bence. Ufak kartlar iyidir. Cüzdanda taşınır. Kimin ne zaman bir karton parçasına ihtiyacı olacağı belli olmaz. Belki izmarit yapmak için kullanır onları. Bir şarkının tek bir cümlesi bile insanda yeni ufuklar açabilirken, olaylara yeni bir bakış atma fırsatı sunarken, yazılı materyalin bu konudaki şansını da en az onun kadar görüyorum.

 

Buradaki asıl sorun bence sanal ortamdaki çoğaltım ve başkalaşım; ama benim de tweet meselesini çok uzatasım yok açıkçası. Yine de basılıp ‘cafe’lere, barlara dağıtılan kartlardan birisi olduğunu bildiğim, kitaptan bir alıntı daha yapmak istiyorum. Favorilerimden birisi: “Gecenin karanlığında yanarak koşan bir köpek görseniz ne yapardınız? Ben iPhone’umla fotoğrafını çekerdim.” Bunu yanarak koşan köpek metaforu üzerinden konuşalım istiyorum. İtlaf, bana göre, her iki tarafın da kaybettiği bir tür kaçan-kovalayan hikâyesi. Üstelik yanma efektiyle sürekli süsleniyor (evlerin Oğuz tarafından yakılması, yanık aromalı eşyalar, son sahne vs.). Yani bu yanarak koşan / kaçan köpek bu bütünü simgeleyen bir metafor sanki. Hikâyedeki kaybedenlerin, kaçan ya da kovalayanların ortak noktasıysa aslında özünde evrensel bir ‘sadakat’ erdemiyle sarılıp sarmalanmış olmaları; zira bir köpek kadar dost ve sadık, kendini yakan bir keşiş kadarsa erdem sahibi olarak niteleniyorlar alttan alta. Öte yandan bu yanan köpek, koşuyor / kaçıyor aynı zamanda; yani ya suçlu ya da suçlunun peşinde. Bu dinamiği müthiş yakalamış ve kitaplaştırmışsın. Ben bu güçlü diyalektik tartışmayı biraz da burada yapmanı istiyorum.

Bu cümlelerini duyduğumda bu kadar iyi anlaşılmış olmaktan nasıl mutlu olduğumu şu an anlatamam. En azından bir okuyucuya tamamen ulaşmış ve tamamlanmış hissetim. Bunun için çok teşekkür ederim. Köpek tabii ki bir metafor yoksa hayvan haklarını çılgınca savunan birisi değilim baştan söyleyeyim. En başta sadakati temsil ediyor. Konuştuğu anlaşılmayanları, yani toplumun ortak değerlerinin dışında kalıp hayvanlaştırılanları, havlayanları temsil ediyor. Havlamaktan başka çaresi kalmayanları temsil ediyor. Köpek ya kendisi suçlu ya da suçlunun peşinde olabilir diyorsun, belki de yangını paylaşmak için suçun kendisinin peşindedir ama yine de köpeğe bu kadar anlam yüklemeye gerek yok. Köpek köpektir. Yine kitapta geçen bir cümleye göre “sadakat memeliler arasında popüler bir konu değil”. Görmeye ihtiyacımız olan şeyleri görüyoruz. Kopmuş bacaklarının ucuna “BİM” poşeti geçirmiş bir dilenciyi görmezden gelip yanından geçerken, on metre ilerde yürüyen kadının eteğinin başladığı yerden yukarı doğru kalça hatlarını izdüşüm çizgileriyle tamamlıyoruz gözümüzde. O yüzden yanarak koşan bir köpek gördüğümde iPhone ile fotoğrafını çekiyorum. Instagram’da iyi gider. Yanan köpek yanan köpektir. Hem bir daha göremeyeceğim bir sahneye tanıklık ediyorum hem de suçlu ben değilim. İkisi aynı anda zor. Suç ne peki? Bana göre suç 2012’de başkalaşan insani duygulardan hâlâ aynı kelimelerle bahsetmek.

 

Bu adam öldürme meselesiyle ilgili soracağım şeyler var demiştim. Şimdi sırası. Bir Trainspotting, Fight Club dönemi genci olarak şiddetle ilişkini merak ediyorum. Kitapta birisini öldürmek için nedenler sıralamışsın (s16). Bir sayfa sonra öldürülecekler listesi de yapmışsın (s17). Hatta “Çok sevdiğin için John Lennon’ı öldür” bile demişsin. Sonra şöyle bir cümle de var: “Zararsız olduğu da yalandı, çünkü hayatta başınıza ne gelirse, Toprak gibi, aslında özünde iyi adamdır diyebileceğiniz adamlardan gelir.” Seni tanıdığım kadarıyla sen de zararsız görünen birisin. Söyleşinin başında da yazmasaydım adam öldürebilirdim dedin. Senden korkalım mı Ozan, ha ne diyorsun?

Pek çok şeyi deneyimleyip sonrasında edindiğim hisleri anlamaya çalışmak, onları birleştirmek ve ayrıştırmak zevk aldığım bir şey. Bu deneyimler arasında adam öldürmek yok ama geçmişte olabilirdi sanırım. Genel olarak şiddet konusunda nedendir bilmem sebepsiz şiddetle ilgili şeyler izlemeye, okumaya bayılıyorum; “fight club” değil de “our day will come” gibi.

 

Dilinin ve hayal gücünün çok kıvrak olduğu yer yer çok güçlü hissediliyor: “Bir göl kenarına gidip geldi aklı. Suları taşladı ve geri döndü. Çok hızlı oldu. Bir inşaat iskelesinde 28 metre yukarıda 5 cm’lik bir kalasın üzerinde oturup bira için bir işçiyi düşündü. Dinlenmek böyle bir şey olmalıydı; heyecan verici”. Bir başka örnek: “Gece, sis, duman, yağmur ve ter. Bu beşlinin aynı cümlede geçmesi bile yamandı. Basılması zor olan bir piyano akoru gibiydiler”. İki sayfa sonra bu buluşu pekiştirerek şöyle diyorsun: “Çamur, gece-sis-yağmur-duman-ter beşlisine dâhil oldu ve akorun ahengi bir anda kaçıverdi”. Bütün bunlar hissedildiği gibi bilinç akışının sonuçları mı, yoksa sıkı söyleyişler için çalışıyor musun?

Söz konusu ne yapmak istediğini çok iyi bilen bir yazar, bir ressam ya da müzisyen bile olsa, sözünü ettiğin bilinç akışı yaratılan eseri bambaşka bir noktaya götürebilir. Çoğu zaman bu akış üzerindeki yetkinliğin beynimin günlük hayatı kotarmak için kullandığı kısımdan değil de 4 yıl önce gezdiğim bir serginin görsellerinin saklandığı kısmından geldiğini düşünürüm. Sanırım zaten özgünlüğün kaynağı bunların sağlam bir yapı içerisinde yüzeye çıkarılması oluyor. Sorduğun örneklerde de durum bundan farklı değildi. Bu söyleyeceğim şeyin gerçekliği hakkında ne düşünürsün bilmiyorum. Kulağa çok sahte geldiğini de biliyorum ama bazen gerçekten cümle kendisini yazdırıyor.

 

Yazan birisi olarak bu söylediğini çok iyi anlıyorum. Müzikte de yok mu aynısı? Orada da cümle kendisini yazdırıyor bana göre. Sen de kitapta müziğe yer vermişsin. Hikâyenin bir yerinde, aniden, “tam bu anda kalkıp kendinize bir kahve koyup Radiohead-Optimistic açıp dinleyebilirsiniz” bile demişsin. Radiohead, kitapta başka göndermelerle de yâd ediliyor (plastik ağaçlar gibi). Peki, bu işin içinde biraz da Jeff Buckley, King Crimson, Pat Metheny yok mu, ne dersin? Senin de müzik yaptığını biliyorum, müzikle ilişkini anlat biraz.

Bu bir kitap değil de film olsaydı Radiohead kullandığım için telif haklarından uzun süre yatardım sanırım. Saydığın isimlerin hayatıma etkisi çok büyük. Daha çokları da var ama müzik hakkında atıp tutmayayım şimdi ortalıkta bu kadar müzikten anlayan adam/kadın varken. Bana ne kattığından kısaca bahsedebilirim. Victor Wooten doğaçlama solo tekniği üzerine bir videosunda “music is a language” (“Müzik bir dildir”) diyerek lafa girer. İlk bakışta klişe bir söylem gibi duyulsa da anlattığı şey önemlidir. Bu bir dildir ve eser hangi duygularla yazılmışsa o duygular ekseninde konuşur müzik. Yani bunu edebiyata çevirelim; aşktan söz eden bir paragrafta “siyonizm” kelimesini kullanma ihtimalin çok düşüktür (atonal müzik sevmiyorsan tabii. Bu noktada manifestodaki kuralları alaşağı etme konusuna geri dönersek kendi adıma atonal müziğe karşı olmadığımı söyleyebilirim). Önemli olan şey, burada o kelimeyi kullanmanın yanlış olmadığı. Yersiz kalma şansı çok yüksek sadece; ama müziğin bana öğrettiği şey yersiz çalmaktan korkmamaktır. Aynı şekilde yersiz yazmaktan da.

 

Bu verdiğin cevap şimdi soracağım soruyla inanılmaz örtüştü. Kitapta bir sürü liste var aslında (bu söyleşide iki tanesinin üzerinden geçtik zaten: birisini öldürmek için nedenler listesi, öldürülmesi gerekenler listesi). Diğer listelerden de ilginç bulduklarımı sayayım. Oğuz’un kafasındaki kriptonun tasvirleri [s42], Mahir’in bugüne kadar görmediği şeyler listesi [s46], Mahir’in çok sıkı kulakları olsa duyacağı şeyler listesi [s49], iki ayağı üzerinde yürüyenler olarak biz insanların uğraştığı garip şeyler listesi [s57]… hepsi de çok şaşırtıcı ve güzel. Özellikle bu son söylediğim, beşerin uğraştığı garip şeyler listesinde gerçekten garip ve eğlenceli yan yana gelişler var (aşktan söz eden bir paragrafta siyonizm kelimesini kullanmak kadar garip yan yana gelişler). Öte yandan olay örgüsünde o gariplikleri pek hissetmiyoruz. Hikâyen basit ve akıcı bir hikâye. Sanki saydığım listelerle yer yer devreye giren, söyleyişindeki şaşırtıcı doğaçlama ruhu hikâyeye sızdırmamak için özel bir çaba harcamış gibisin. Öyle mi gerçekten?

Bu hikâyenin sonunu en başında yazmaya başlarken bilmiyordum ben de. Yaptığım tüm listeler kişilerin ruh hatlarını kalın uçlu kalemlerle çizdi. Sonuç olarak bu ruh hatları bu olay örgüsünü gitmesi gereken yere götürdü. Olay örgüsüne sürekli beklenmeyen müdahalelerde bulunmadım o yüzden. Herkes hak ettiğini yaşadı; ben de temiz bir uyku çektim.

 

Peki, uzunca bir söyleşi oldu ve sen de konuşmayı çok sevmiyorsun biliyorum, hatta bunu yazmışsın da: “Neredeyse hiç arkadaşı yoktu ve bu durum onu hiç rahatsız etmiyordu. Konuşmak insanın kendisine ve çevresindekilere uyguladığı şiddetten başka ne olabilirdi ki? Her konuşma insanın kişiliğine vurulmuş bir silgi darbesinden farksızdı, çünkü ne zaman konuşmaya başlansa hemen planlardan bahsedilir, planlar da gerçekleşmeyecek olmalarına rağmen saatlerin üzerine 46 numara bir ayakkabı gibi çamurlu bir iz bırakırdı”. Ben yine de soracağım, adetten olmuş. Yeni kitaplarını okuyacak mıyız ilerde? Gerçekleşmeme ihtimalleri de olsa bize planlarından bahset.

Bu soruya uzun uzadıya bir cevap vererek yukarıda yazdıklarımı yalanlamak istemem. Tek bildiğim yazmaya devam edeceğim. Küçükken tek hayalim her şeyden kaçarak resimlerine bakmaya doyamadığım ansiklopedilerden birine girebilmekti. Her ne şekilde olursa olsun oraya girmek istiyordum. Suikastçıların bile resimleri vardı sayfalarda. O devir çoktan sonra erdi. Bundan sonra gerçekleşmesini hayal ettiğim en büyük şey bir gün benim başıma gelen gibi bir keşfedilme hikâyesinde öteki tarafta olup genç bir yazar adayına ihtiyacı olan ve hak ettiği ortamı sunabilmek. O zaman da kitap devrinin sona ermiş olacağından korkarım sadece.

 

Son bir not ya da söylemek istediğin başka şeyler varsa onları da alalım. Yok ise, samimi cevapların için çok teşekkür ediyorum.

Asıl ben teşekkür ederim.

 

Kültür Mafyası, 6. sayı, Mart 2013.

Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on TumblrPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someone