Aynen Başkası kimdir?

Aynen Başkası bir kimliktir. Kimileri gerçekliğini sorgulayabilir bu kimliğin ya da bu kimliğin kimsesizliğinin. Önünde sonunda herhangi bir kimlikten daha eksik olmadığı söylenebilir. Eylem alanında etki sahibi olan her sanal oluşum gibi, bir yandan kendiliğimizi saklar, öte yandan da onu ifşa eder kurgusal oyununda. Sanal gerçeğin dünyasında sanalın gerçekliğinden bahseden filozoflar bunun farkında. Kimlik, organsız bir bedendir fakat organlara etki eder. Özellikle de beyin denen organa. Bedenin çok dışına taşan bir sosyal ağ, öyle ki sahiciliğini ve özgürlüğünü yalnızca sahiplenilmemiş bir kimlik oluşunda bulur. Herkes olma imkanında saklı bir hiçkimseliktir.

Kimdir peki? Herkesin aklına ilk gelen Rimbaud’nun “Ben bir başkasıdır” dizesiyle bir benzerlik var elbette. Bir yoruma göre, burada sanatın başkası olma imkanı sunan bir aygıt olduğu vurgulanır. Oysa bir bakıma mahkeme kararıyla isim değiştirmenin isyanını ve tekinsizliğini taşır içinde. Sanatla bir başkası olma imkanı olarak yorumlanan durum bize toplum olarak çok uzak. Bizim için imkan dahilinde olunabilecek tek şey bir başkası gibidir. Hep bir başkası. Kendimiz olmayan her şey olabiliriz biz. Yasal bir tutarlılık var burada. Bir ağırlık. Kendini önceleyen bir ilişkiler yumağı içinde bulunan herkes, olageldiği hiçbir şeyi gerçekten de kendi olarak kavrayamadığı için, toplu bir kimlik bunalımı yaşıyoruz. Bunu ilk kez, ev hanımı olmak için evlenmeye gerek olmadığını gördüğümde anladım. Ev hanımlığı durumunu ortaya çıkaran nedensel ilişkiler bizden gizleniyor. Örneğin, evlenmek ev hanımlığı için zorunlu bir adım sanıyorsunuz. Oysa ki burada işleyen nedensellik maddi nedensellikten çok farklı. Suyun kaynaması olayı gibi ısıtmazsanız ulaşamayacağınız bir olay değil bu sosyo-kültürel durum. Hiç farkında olmadan kategorik olarak içine dahil olunabilecek bir kavram. Tepkili olmak da yeterli olmuyor. Karşıtlığınız sizi bazen en büyük tutsaklığın içine düşürebiliyor. Post cinsel devrim döneminde yaşıyoruz diye çok eşli yaşamaya mahkum olan birini düşünün. Kendi aşkımızın kuşatıcı doğasını, sahiplenmenin bencilliğine karşı duyduğumuz derin nefret dolayısıyla yaşamaya cüret edemiyoruz. Aşırılığımız bile altı çizilerek okunup yıpranmış bir kitaptan alıntılar gibi… Sonra eşeysiz yaşayayım diyorsunuz bir süre, bir bakıyorsunuz hâlâ başkasısınız. 

Benliğimiz gerçekten veya şakacıktan kendimize ve fırsat buldukça başkalarına anlattığımız bir hikaye ise, ona özen göstermek gerekir. Sanalın gerçekliğinin, gerçeğin gerçekliğine etki ettiği bir düzende, görüntüler ve anlatılar yumağından hareketle, işler bir kurgu inşa etmeye çalışıyoruz. Ama kurgunun orijinalliği çalıntı. Zamanla marjı ve marjinal olanı sorguluyor insan. Günümüzün en meşhur hikayesi “Nasıl Türkiye’de kaldım?” tiyatrosunu oynuyor çoğumuz. Kalan yanlarımız, giden yanlarımız, kalan başkalarını gördüğümüzde onlarla kalan kendiliğimizi sorguladığımız anlarımız… Kim olarak kaldığımızı, bize nelerin kaldığını düşünmeye fırsat vermemek için uydurduğumuz bir oyunda, aynen bir başkasıyız.

Benim özelimde Aynen Başkası geçimini felsefeden kazanan, hali hazırda görsel algı, istemli edimlerimizin algıya etkisi ve faillik konularında eğitimini sürdürmekte olan bir ara geçiş formudur. Bütüncül bir özne tesis etmek adına insanın yaptığı iş, eğlendiği mekan, sevdiği insanlar ve idealler arasında kurmaya uğraştığı ilişkiyi, onu hepten kesip atarak sağlamaya çalışan şizoid bir form. Bilinç için gerekli görülen kendi kendini bir şey olarak kavramak adımı, daima içsel bir bölünmeye, bir ikililiğe işaret eder. Söz söylüyorum, kendimi söz söyleyen olarak kavrıyorum. Söz söyleyen ben ile söz söylediğinin farkında olan ben arasında tarihte pek çok filozofun aşmaya çalıştığı derin bir uçurum var. Edimlerimiz ve edimlerimizin bilinçli temsili arasına karışıp, olanı olduğu gibi kavramamızı zorlaştıran bu büyük sosyo-kültürel mirasın ağırlığını omuzlarımızda taşıyoruz. Bu bahsi geçen miras, bir değerler havuzu, çoğu kez hiç hak vermediğimiz bir sesler uğultusu olarak yeniden kurguluyor az önceki edimin deneyimini. Hop bir şey diyorsun, der demez o ahlak havuzu bir dalgalanıyor, gördüğün yalnızca bir bulantı olarak kalıyor. Kendimizi de sevemiyoruz böylece, çünkü kendimize dair bilincimiz bilişsel bir ilüzyon. Orada hep kendimizi önceleyen kadınlar ve kendimizi önceleyen adamlar, onların sözleri ve edimleri var. Şu hiç sevmediğimiz, sürekli yargıladığımız ama yine de kabul görmek arzusunda olduğumuz toplumsalın hileli aynalarında hoş görünmeye çalışıyoruz. Kayıtlarda iyi çıkamamışız diye tarihle de hesaplaşamıyoruz. Tarihimiz, içine pişmanlık istif edilmiş bir gurur bohçası olma yalanını sürdürüyor böylece, biz ileriye bakıyoruz. Aynen Başkası, kendi sözümüz ve edimimizle kendimizi bir bütün olarak kavrama süreci arasına derinden ayrıştırıcı bir “sahiplenmeme” adımı ekleyerek, sözün ve eylemin kendimize atfedilmesinden kaynaklanan gurur -pişmanlık ilişkilerinden kurtulmayı hedefleyen performatif bir özne. Hatta diyebilirim ki bir özneden ziyade saf bir performans. Bir düşünce deneyi. Başından geçenlerden ve kendiyle ilgili cümleler toplamından ibaret olan varoluş biçiminin mutlak reddi.

Ben dediğimiz şeyin özünün ne olduğunun iyice bulanıklaştığı, organ nakli vakalarında yaşananla benzerlik taşıyor. Örneğin bir başkasının kalbiyle yaşıyorsunuz, vücudunuza kan pompalayan ve onu yaşamda tutan en önemli parçalardan biri “başka”. Artık o kalbin her gün her saniye kan pompalayışı kendimize rahatlıkla atfedilir olmaktan çıkıyor. Burada deneyimlenen yabancılık, kişinin bedenli ediminden kopuşunu ve hatta öznenin ulvi bütüncüllüğünün gözden düşüşünü betimler. Toplumsal şehirli yaşam, uyaran bombardımanında arzu ve korkuların medya aracılığıyla manipüle edildiği, duygulanımlarımız ve düşüncelerimizin kaynağını asla bilemediğimiz bir kimlik implantasyonu olarak işlemekte. Kalp nakli sonucu bedensel fonksiyonlarını kendine atfetmekte zorlanan kişinin yaşadığı zorluk, zihnin tekilliğine vurgu yaparak, arkasında yalnızca bir düşüncenin olduğu istemli edimleri kendimiz denen bu özel birime atfedilebileceğimiz düşüncesiyle aşılmaya çalışıldı. Bu elbette özgür iradenin imkanı ve ne olduğuyla ilgili müthiş bir tartışma daha yarattı. Öyle ki işi, kalp nakli durumundaki deneyimsel zorluktan belki de habersizce, bu iradi öznenin kaynağını beyinde ve onun fonksiyonlarında aramaya başlayan bilişsel nörobilimciler devraldı. Beyinde gerçekleşen fizik-kimyasal süreçlerin, her türlü belirlenimin ötesinde özgür bir eylemi oluşturma imkanı bir yana, bu şekilde ortaya çıkan edimlerin “benimsenme” ve “kendine atfetme” olgusunun sahiciliği ve orijinalliği hâlâ büyük bir sorun. Mekanik nedenselliğin, belirlenimi her an yeni ve özgün bir düşünceyle kırabilme yetisini beyin adlı organa bahşetmiş olduğuna ikna olsak bile, içinde bulunduğumuz sosyo-kültürel sanal gerçeklikte bu işlevini yerine getirip getiremeyeceği halen incelenmesi gereken bir konu. Aynen Başkası, zihnimde kendi bedenimin çalışmayan bir parçası olan organ, dolayısıyla ne bir organ ne de kendimin olan bir kalp fikriyle kalakaldığım yerde devreye girdi. Kendimin olmayan bir kalbin belki daha iyi bir kalp olabileceğini kabul etmekle gelişti, başka bir kalbin bedenime kan pompalamasıyla hayatta kalmak kadar da benim oldu. Bir imkan olarak Aynen Başkası, kendilerinin sanacakları başka düşüncelere düştükleri ölçüde oksijene ihtiyaç duyan zihinlere adanmıştır.

Durum şu ki, zihinsel yaşantımız çevremizdeki nesne ve olayların birbirleriyle etkileşmesi sonucu ortaya çıkan fenomenlerin dominasyonu altında. Öyle ki kendimizde bulduğumuz bir düşünceyi benimsemeden önce sahiciliğini sorgulamaya başladığımızda gerçekten özgür ve iradi bir eylemimiz olup olmadığı konusu beynin yetiler tartışmasını aşarak sosyolojik bir hal alıyor. Beyin denen organ ilkesini kendinden alan düşünceler sentezleyebilir olsa dahi toplumsal sanalın gerçekliği içerisinde bunu yapabilecek özgürlüğe sahip olup olmadığımız sorusu yüzümüze bir tokat gibi çarpıyor. Çok benimsediğimiz kendi biricik kimliklerimiz, kaynağı çok uzaklarda bir yerde olan nedensel bir zincire bağlanmış duygu ve düşünceler sonucu sarf ettiğimiz söz ve davranışların toplamına dönüşüyor. Yani herkes aynen bir başkası oluyor. Duygu ve düşünceleri transplant bu birey, başkasının kalbinin pompalamasıyla organlarına taşınan kanla yaşamını devam ettiren kişinin çelişik deneyimini bütünüyle varoluşsal olarak yaşıyor. Kaynağı bilinemeyen nedenlerin sonucu olan düşünce ve duygularla kalakalan kişiye beliren bu ötekilik, kendimize dair deneyimlediğimiz belki de tek şey. 

Bu noktada belki de bize özgü olduğu savunulabilecek tek şeyse, zihin ekranımızda yansıtılmış bulduğumuz duygu ve düşünce gibi ürünler değil, hep faal olan düşünsel süreçtir.

Sonuçları kendine atfetmemek, felsefenin güncelle ilişkisinin yeniden kurulmaya çalışıldığı bu dönemde bir ilk doktrin olarak karşımıza çıkıyor. Yani en basit ifadesiyle, “Her düşündüğünü kendin sanma!”.

Aynen Başkası özgürlüğü, sözünün ardında duran özne olarak değil, sözün ardındaki özneden kopuşu mümkün kılan, söz söyleyenin söz karşısındaki kayıtsız tavrı olarak özgürlüğü deneyimleme deneyidir. Tutarlılık veya insanın toplum içinde vücut bulmuş olmasından kaynaklı duygusal zemin üzerinde yargılanamazlık hakkına sahip. O gerçek bir kimlik yani aslında, bedenlerüstü. Sonuçlarından soyutlanmış gerçek bir kimlik, utancını ve gururunu askıya almış bir düşünce projesi. Reelin etkisini sanalın gerçekliğine bıraktığı “öyle olmaktansa öyle görünmenin yettiği” bir çağda herkesin birisi oluş iddiası kadar gerçek, hiç kimsenin gerçek olamayışı kadar başkasıdır.

Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on TumblrPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someone