ozanferhat

 

Ferhat Özkan: Azrail ile Üç Dakika öykün şöyle başlıyor:

“- Öncelikle konuşma talebimi kabul ettiğiniz için teşekkür etmek isterim. Değerli vaktinizi boşa harcamak istemiyorum. Kabul ederseniz hemen sorulara geçelim.

– Tabii, başlayalım.”

Biz de konuşmaya buradan başlayabiliriz belki. Bir söyleşi diyaloglarından oluşan bu öykündeki ikinci soruysa şöyle: “Ölmeden önce son sözleri ne oluyor?” Hemen başka bir yere gidelim kitabında: Mikro Öyküler‘in ikinci bölümündeki giriş cümlesi “Yaşamın ardından dünyaya geldiği için, hep daha genç kalır ölüm. Genç kaldığı için her zaman kazanır.” Bunu takip eden öyküdeki kahramanın son sözüyse, “Buradan atladığım için değil, ölmek istediğim için öleceğim.” oluyor.

Bu alıntılarla ve belki biraz karmaşık şekilde varmak istediğim yer şu aslında: Senin Azrail’e sorulan soruyu, ben sana sorsam, bir karakterin üzerinden cevap verebilirsin. Fakat diğerlerinin cevabı yok kitapta. Daha doğrusu, “doğrudan bir cevabı” yok… Karakterler durmadan ölüyorlar, çok mutsuzlar ve sen onları güzel yazmış olsan da alın yazıları güzel yazılmamış. “Gücünü gündelik yaşamın zenginliğinden alan öyküler” gibi klişe bir övgü cümlemiz var biliyorsun, bunu “gücünü ölümden alan öyküler” şeklinde değiştirebilir miyiz?

 

Ozan Çınar: Ölüm öykülerin içinde kiracıların hayatlarına burnunu sokup duran arsız bir ev sahibi gibi dolaşıyor. Onları verdikleri mücadelenin ortasında ya da başarıya en yakın oldukları anda yakalıyor. Ben ölümü durağan bir yapı, ulaşılan sabit bir nokta olarak görmüyorum. Ölüm yalnızca bir karakterin sonu değil onu gerçekleştiren öğelerden biridir aynı zamanda. Bu yönüyle acıyı imlemez.

Okunmaya başladıklarında ortalık biraz kararabilir ama acı yok benim öykülerimde. Mücadelenin olduğu yerde acı olmaz çünkü. İnsanlar boş bir çabayla hastanelerde, hapishanelerde veya savaş alanlarında görmeye çalışıyorlar. Oysa oralarda böyle bir lükse yer yok. Acı terliğin içinde, tırnaklarımızın arasında veya ağrı kesicilerin kutularında saklanıyor.

Ölümle bu kadar sık karşılaşmamızda kahramanların yaşadıkları hayatın payı da büyük. İnançlarını yitirdikleri anda onlara çok fazla vakit tanımadan karşılarına ölümü çıkarıyor. Bazen verdiği uğraşın başarıyla sonuçlanması bile insanı ölümden kurtaramayabilir. Tıpkı senin Edebî Gam öykünde Katushi M.’nin icadını hayata geçirmesine rağmen bunu kendi sonu için kullanması gibi… Veya sağlığını intihar girişimleriyle kazanmaya çalışan Harun H. gibi…

 

Ferhat Özkan: Evet, bazen de işte, ölüm değilse de tam kıyısından dönülen bir ölüm için, ölüme yakın bir hayat uğraş veriliyor. Cioran, ölüm, intihar ve alınyazısıyla ilgili yine türlü tuhaf şeyler söyledikten sonra, yaşamın devam etmesini sağlayan kuvveti “hiçlik”le açıklıyor ve bu söylediğini de şöyle tanımlıyor: “Bir intihar etmeme hali”. Harun H.’nin öyküsü, işte buradan “intihar etmeme hali”nin ters çevrilmesiyle de çıkmıştı yazarken. Şöyle de sorabiliriz öyleyse çünkü: Bir intihar etmeme hali içinde yaşıyorsak, bir intihar etme hali içinde yaşarsak ne olur? Yaşamsallığını, hayatta kalma savaşını, ölümün tam ucundan alan bir karakter… Hani “ekmeğini taştan çıkarıyor,” diyoruz ya, o da nefesini ipin ucundan alıyor. Çareyi ölümde buluyor ama çaresizlikten gelen bir güdüyle değil, bayağı bayağı hesap kitap yapıyor. Kaçış değil de şifa olarak görüyor ölümü. Ve farkına varmadan, senin Azrail’e sorduğun soruyu da cevaplıyor aslında. “Ölmeden önce son sözleri ne oluyor?” diye soruyordu ya senin öykünde. Konuşmayı da onunla açmıştık hatta… İşte Harun H.başka bir kitaptaki bir soruya, hem de bir mektupla cevap veriyor.

Belki de insandan insana olduğu gibi, kitaptan kitaba telepati, kurgu karakter arası bir görünmez bağ veya kitaplar arası iletişim de var demek ki, ne dersin?

 

Ozan Çınar: Logosoloji’yi okumaya başlar başlamaz hissetmiştim bunu. Çok da hoşuma gitmişti. Yazdığım karakterlerle ilgili bir paralel evren deneyimi yaşatmıştı. Örneğin Edebî Gam ve Don Kişot Tramvay Duraklarına Karşı öykülerinde ses hızını kullanmışız veya sen müzikal bir öğe olan “gam” kavramını öyküye bir form olarak giydirmişsin, ben de aynı şekilde Eflatun Süit’te bölümleri barok dönemde yaygın olarak kullanılan danslara oturtmaya çalışmışım.

 

Ferhat Özkan: Ben saniye cinsinden vermiştim ses hızını. Sense saat cinsinden… Okuyunca çok şaşırmıştım. Kaç öykü kitabında ses hızı verilir ki?

 

Ozan Çınar: Seyrek rastlanan bir durum… Öykülerimizde yarattığımız evrene bakış açımızla, o evrende yaşayan kahramanların bakış açıları farklı olabiliyor. Böyle bir çeşitliliğin içinde kitaplar arası geçitler olduğu gibi bir öykünün sorduğu soruyu başka bir öykünün yanıtlayabildiğini görüyoruz.

Özellikle senin öykülerindeki kahramanlar, içinde yaşadıkları dünyayı değiştiriyor, kendileri için farklı bir yaşam tasarlayabiliyorlar. Kimi Katushi M. gibi bunu bir icatla yapıyor, kimi “mükemmel bir gün”ü arayan Sinan S. gibi doğrudan doğruya kendi yaşamını bir deney masasına dönüştürüyor. Onlar kendi seçimlerini hayata geçirdikçe bizleri de farklı parçalara ayırıyorlar gibime geliyor.

Sıradışı Bir Akşam Yemeği isimli öyküyü yazarken böyle bir durumda kalmıştım. Kahramanım Selma, birlikte yaşadığı adamla ilgili duygularına hakim olamayıp beklenmedik bir vahşete imza attı. Öykünün ortasında aldığı bu karar beni ikiye böldü. Eski Selma bir hayalet gibi kendi öyküsünü sürdürürken, karar değiştiren Selma bir anda her şeyi noktaladı. Senin karakterlerin de başlarına gelen bir sorunu çözmek için sıradışı kararlar alabiliyorlar. Böyle parçalanmalar yaşadığın oluyor mu?

 

Ferhat Özkan: Aslında o öyküde okuyucuda da bölünmeler oluyor. En azından bende öyle oldu. İlk önce, öykünün başında anlatılan olayın, daha sonra anlaşılan şey yerine, başka bir olay olduğunu düşünmüştüm. Zaten sen de bu “yanlış anlaşılmayı” desteklemek için elinden geleni yapmışsın. Gerçeği anladığımızdaysa, “Ne kadar da rahat davranıyor Selma?” demiştim. Tuhaf gelmişti. Sonunda içi içini yemeye başlıyor ve sonunda yedikleri bununla kalmıyor. Tam olarak vahşeti açıklamayayım, henüz okumayanlar için… Bahsettiğin“yazar ikilemi” ve “paralel evreni” de, kimin olduğunu unuttuğum şu söz bence çok iyi açıklıyor: “Seksen bin kelimelik bir roman, en az iki yüz elli bin farklı karar demektir.” Rakamlar farklı olabilir, ama birden çok, hatta binlerce paralel evren demek bu… O sözünü ettiğin Mükemmel Bir Gün / Yüz’de örneğin, yazmak istediğim dört farklı sonun hangisi olacağına karar veremeyip, dördünü de yazdım ve hatta işi biraz daha çetrefilleştirmek için okuyucuya da bir bölüm koydum. O da kendi sonunu yazsın. Sen biraz önce “Bir öykünün sorduğu soruyu başka bir öykünün yanıtlayabildiğini görüyoruz.”deyince de zaten soracağım bir yere geldi konu: Mikro Öyküler’de her parça müstakil bir öyküyken Nahit Yalınkılıç ve Kamuran Özsoy’un hikâyeleri art arda birbirini tamamlıyor gibi. Ayrı iki farklı olarak mı okuyalım bunu örneğin, ya da ayrı hikâyeler gibi, yoksa biraz gereksiz bir soru mu? Aynı şekilde, başka bir mikro öyküde “Ne yaparsanız yapın, bir diğer öyküden hatırlayamazsınız kendisini” diye tanıtılan bir öykü figüranı var. “Öykü figüranlığı” mesleği zaten yeterince ilginç ama hazır yazarını bulmuşken sormak lazım: Bilet satıcılığı ve dolmuş muavinliği dışında başka işlerde Hayri’yi çalıştırdığın oldu mu? Sigortasını yaptırdın mı arkadaşın?

 

Ozan Çınar: Bazı karakterleri ister istemez kaçak çalıştırıyoruz. O zaman itiraf edeyim, Hayri Aklın Sınırlarında öyküsünde işportacı, Kırk Adım’da ise Cengiz’in yerine geçen aynı adlı arkadaşı Cengiz olarak çalıştı. Açıkçası birkaç öykü daha var ama “hep aynı adamı oynatmış” demesinler. Şu an yazdığım yeni öykülerde de birlikte çalışmaya devam ediyoruz.

Yeri gelmişken bazen yazarları da konuk ettiğimi söyleyebilirim. Mikro Öyküler’in birinci bölümündeki “Faik” aslında sıradan bir Faik değil. Burada Sait Faik’in Çatışma öyküsüne bir gönderme var. Benzer oyunları başka öykülerde de yaptığım oldu. Bütün Mesailere’nin içinde geçen “Minik köpeğin gülmesi mahalle sakinlerince hayretle karşılandı” cümlesinde de John Fante’nin Arturo Bandini karakterine bir selam var. Hepsini anlatmam imkânsız ancak farklı bir örnek daha verebilirim. Kırk Adım öyküsünde anlatıcı Cengiz’i görmeden önce ayağı bir şişeye takılıyor ve şişeden “Çing” diye bir ses geliyor. Buradaki ses efektini, Cengiz kelimesinin Moğolca karşılığı olan “Çinggis” ya da “Çinggiz”den alarak oluşturdum. Öykülerin içine gizlediğim bu ve buna benzer başka şeyler de var. Onları da “edebiyat tarihçisi bulsun”.

Söz isimlerden açılmışken kitabının ismiyle devam etmek istiyorum. Logosoloji kitaptaki öykülerden birinin de ismi aynı zamanda. “Logos” oldukça geniş bir kavram… Bu kavram kitabı hangi anlamlarda temsil ediyor?

 

Ferhat Özkan: Kolayca cevap verilebilecek bir soru değil aslında bu. Bu kelime aklıma ilk geldiğinde, zaten belki üzerine felsefi bir ekol falan kurulmuş olabileceğini düşünüp çok da heyecanlanmamıştım. Ama hâlâ çok ciddi bir şey bulamadım. Varsa da ben henüz bilmiyorum. Oysa açıklaması zor olsa da, en azından kurulması, dile gelmesi oldukça basit bir sözcük gibi geliyor “logos-oloji”… Ben bir “söz bilimi” ve “sözü kurtarma projesi” anlamlarına karşılık bir disiplin bulamaya çalışırken bulmuştum bu kelimeyi. Sözün, sözcüklerin tıpkı bugün grafik işlerinde kullanılan Pantone kodlarıyla açıklanması gibi bir şey var orada çünkü. “Logos”u ise benim burada açıklamaya çalışmamsa biraz komik olur. Yine de şunu söyleyebilirim. Herakleitos’un “logos”u da var, vahiy/kelam diyebileceğimiz bir logos da… Ama burada “logos”u daha Heideggerci bir şekilde kullanmak, kelimenin öyküde kazandığı anlam açısından daha doğru sanki. Uzmanı olduğumdan falan değil, ama Heidegger, kendi “logos”unu da açıkladığı Dilin Doğası makalesinde Stefan George’un Kelime/Söz şiirinin Şarkı adını taşıyan son bölümünü hatırlatıyor: “Sonunda teslim ediyor ve görüyorum/Kelimenin olmadığı yerde hiçbir şey var olmaz.” Öyküde de olmuyor desek yeri. Daha sonraysa Hölderlin’in “şiir”i “şarkı” diye adlandırmasını da anımsatıyor hatta. Söz, söylediği şeyi açığa çıkarır, görünür kılar, hatta özgürleştirir. Logosoloji’de de, saklandığı veya hapsedildiği yerden illa ki bir yol bulup özgürleşir, görünür hale gelir söz. Sözü veya sesi bastıramazsınız. Okuyanlar, bu bağlamdaki ilişkiyi öykü boyunca, kitap boyunca göreceklerdir.

Bir de şu var: Logos-oloji kelimesini oluşturan “-loji” son eki de “logos”tan geliyor. Sonuna eklendiği kelimeyi teori, bilim veya disiplin haline getiriyor –loji. Bir anlamda öykünün adı, aynı kelimenin iki farklı anlamıyla kurulan “Logos-logos”. Bunu ilk fark eden de Behlül Dündar olmuştu. Kavramın temsiliyet durumu böyle, ama Logosoloji’nin kitabı temsiliyet durumunun ayrı bir hikâyesi var.

 

Ozan Çınar: Nedir?

 

Ferhat Özkan: Ben nedense kitabın adını hiç Logosoloji olarak düşünmemiştim. Ama Ahmet Güntan, o kendisine has nezaketiyle belki kitap adı olarak Logosoloji’yi düşünebileceğimi söyledi. Bu ihtimali düşünerek birkaç ufak değişiklik yapınca, kitapta benim vermeye çalıştığım bütünlüğün ötesinde bir çatı daha kazandığını, daha doğrusu zaten var olan bir derdin belirginleştiğini fark ettim. Ben daha çok “uçurumlar”la ilgiliydim açıkçası. Şair gözü böyle bir şey işte… Örneğin kitap, ses olan “logos”la açılıp, söz olan “logos”la kapanıyor şimdi.

Ve ben de senin kitabın eğer varsa isim macerasını sorayım. Son hikâyenin başlangıcında anlatıcı “Mazgalların altından tabanlarınıza tükürüyorum.” diyor. Ama kitabın adı Mazgalların Altında. Kitap kapağına da bakınca hemen şöyle bir şey çıkıyor. “Ozan Çınar Mazgalların Altında” Mazgalların altında mısın? O sondaki “-n” neden düştü?

 

Ozan Çınar: Öyküleri yazmadan önce mazgalların altını anlatmaya karar vermiştim zaten. Bu yüzden kitabın ismini öyküler yazılmadan önce koydum. Kapağının nasıl görüneceğini bilemiyordum tabi o zaman. Hatta kapaktaki anlam bütünlüğünü de sen işaret etmiş oldun. Ben böyle bir şey düşünmemiştim çünkü.

Mazgalların Altında; öyküleri, karakterleri ve diliyle bir temadır. Bu tema ilk etapta karakterlerin oluşmalarını sağladı. Kitapta yer alan kahramanların genelinin resim sergilerinde, şirket toplantılarında ya da ödül törenlerinde görebileceğimiz tipte insanlar olmadıkları açık. Başkaları için yaşayacak lükse sahip değiller. Hayatın onları getirdikleri noktada ikiyüzlülüğe ayıracak zamanları yok. Yalan bile belli bir konforu gerektiriyor onların dünyasında. Mücadele ediyorlar çünkü. Bununla birlikte öldükleri zaman bile bunu kendileri istedikleri için yapıyorlar. Gururu yücelten zavallı ölümsüzlere inat gece yarısı içip, sevdiğini arayan insanlardır benim karakterlerim. Az önce parçalanma konusunda söylediğim gibi, değil okunurken, yazılırken dahi ne yapacakları belli olmaz. Güvenemezsiniz hiçbirine. Zaten mutlak güven yalnız ölülerde vardır, bir de Dağlarca’nın dizlerine örttüğü battaniyede ama o da yok artık…

 

Ferhat Özkan: Zaten öyküler daha çok sokak öyküleri gibi… Sadece mekân anlamında söylemiyorum bunu. Yazdıkların evcil öyküler değil, içeride değil dışarıda yaşamak zorunda kalanların hikâyeleri… Evlerinde oturan değil de, sokağa çokça çıkan, sokakta yaşayan karakterler…

 

Ozan Çınar: Ev, insanların kendileri için hazırladıkları bir tür dekor. Tesadüflerden uzak, güvenli bir yer. Bu fikir beni biraz boğuyor ama yine de hayatı ev ve sokak olarak ayırmak istemiyorum. Sokak senin de dediğin gibi yalnız uzamsal bir kavram değil aynı zamanda bir ruhtur.

Karakterlere gelince… Onlar yaşadıkları dünyayı ve olayları beraberlerinde getirdiler. Başlarına gelen şeyler onlar için oluşturmaya çalıştığım dille eşzamanlı gelişti. Sonuç olarak bütün bunları da yine kitaba ismini veren tema belirledi.

Burada müzikten bir örnek vermek isterim. Beethoven’ın beşinci senfonisi temelde dört notadan oluşan bir temadan yola çıkılarak yapılmıştır. Özellikle birinci bölümde bu tema üzerine yapılan varyasyonları çok net görebiliriz. Ben benzer bir tekniği yazı yoluyla kullandığımı söyleyebilirim. Başka bir deyişle kitap, Mazgalların Altında teması üzerine yazılmış varyasyonlardan oluşuyor. Bu nedenle ismi benim için çok önemli.

Bahsettiğin son öyküye gelince… Senin de belirttiğin gibi “Şehrin Hayaleti” isimli bu öyküde kitabın ismine açık bir gönderme var. İçinde mikro öyküler de barındıran bu son metin, aynı zamanda benim seslendirdiğim bir selam niteliğinde. Dolayısıyla “Mazgalların altından tabanlarınıza tükürüyorum.” benim konumumu da açıkça belirtiyor.

Senin kitabında da işlediğin bir “Çocukluğunu yaşamamış Âdem” teması var buna değinmeden geçmeyelim istersen…

 

Ferhat Özkan: Sadece bir öykünün değil, kitabın da müzikal form üzerine oturması çok ilginç aslında. Bununla paralel bir sorum daha var öyleyse. Ama önce soruna cevap vermeye çalışayım: Çocukluk insanlığımızın temel dertlerinden biri… Ve insanlığın tek tanrılı dinlere göre tüm inanışlarına göre ilk insanı Âdem, çocukluğunu yaşamadı. Biliyorsun, “adem” kısa heceyle, şapkasız yazıldığında “yokluk” anlamına geliyor. O halde şöyle diyebiliriz: Çocukluk, Âdem’in ademidir. Biz çocukluğumuzu yaşıyoruz, ama unutuyoruz. Kayıp kıtamız… Öyküdeki Âdem’in babası gibi, birisi de çıkıp “Belki de yaşamamamız gerekiyor. Yaşadıysak da bunu telafi etmeliyiz,” diyebilir.

 

Ozan Çınar: Peki, kitabında Âdem’in dışında adı geçen birçok tanınmış isim var. Bunlardan biri de Şeyh Galip. Oturduğum sokağın hemen arkasında yatmasından dolayı Şeyh Galip’e de değinmeden geçmek istemiyorum.

Dülger İbrahim Efendi’nin Ölümü ve Eserleri isimli öykünde İbrahim Efendi sanki okyanusa bir şişe bırakır gibi yazdığı tomarları Mehmed Efendi’ye veriyor. Ardından Mustafa Reşit ve Şeyh Galip’ten habersiz, kâğıtların gideceği yeri bildiğini söylüyor. Böyle bir miras gerçekte de mümkün olabilir mi sence?

 

Ferhat Özkan: Edebî Gam parçalarından birinde, sesin uzak nesillere gönderilebilmesi var. Ses gidiyorsa söz de gider. Söz uçar ve bu sanıldığı gibi olumsuz bir anlam taşımıyor bence. Söz uçmakla kalmaz, uçurur da. Uzak nesillere sözünü gönderdiği kesin olan Şeyh Galib’in geçmişten gelen bir sözü, ki logos da diyebiliriz buna, devraldığını ve böyle bir seçilmişliğe sahip olduğunu neden söylemeyelim? Sonuçta Dülger İbrahim’in sözleri de tümüyle onun sözleri değil, bir tür emanet gibiydi.

Şimdi soruma gelebilirim. Aynı zamanda bir müzisyensin. Jazz’la ilgileniyorsun ve Oyunbozan adında bir grubun da var, hayatın biraz da müzik kısacası. Ve kitabın müzikal bir form üzerine kurulu olduğunu bilmiyordum ben. Ama örneğin Eflatun Suit’te de böyle bir durum mu var? Emprovizasyonlar var…  Yazdıkların ve müzik veya sen, müzik ve edebiyat arasında nasıl bir bağ var?

 

Ozan Çınar: Aslında tema üzerine varyasyon sanatın birçok dalında var. Bunu resimde de görebiliyoruz. Ressamlar seçtikleri bir mekân üzerine seri tablolar çıkarabiliyorlar. Bu da bir tür varyasyon örneği sayılabilir. Paul Cezanne’ın Sainte-Victoire Dağı üzerine yaptığı tablolar veya benzer şekilde Alfred Sisley’in Louveciennes üzerine çalışmalarında görebiliyoruz bunu.

Uzmanlık alanım olduğu için müziği daha yoğun kullanıyorum. Yazdıklarımı yalnız edebi formalarla kısıtlamak istemiyorum çünkü. Birhan Keskin Mikro Öyküler’i okuduktan sonra benim onları öykü olarak adlandırdığımı fakat aslında şiir yazdığımı söylemişti. Aslında benim yakalamaya çalıştığım şey de budur. Yazdığım metni disiplinlerarası bir bakış açısıyla kurgulamaya çalışıyorum. Bunu yaparken şiirden, resimden ve müzikten, kısacası bir ifade yöntemi olarak her türlü disiplinden faydalanmaya çalışıyorum. Örneğin, “Eflatun Süit” barok döneme ait bir müzik formu şeklinde kurgulanmıştır, “Emprovizasyonlar” empresyonizmin içinden çıkmış bir tablo gibi fludur veya “Mikro öyküler” kendi iç dinamikleri gereği şiirsel bir ritim barındırırlar.

Edebiyatın müziğin içine girdiği noktada ise Franz Liszt’in “Senfonik Şiir” olarak isimlendirdiği eserleri geliyor aklıma. Ya da Schiller’in “An Die Freude” şiirinin Beethoven’ın 9. Senfonisindeki yeri… Şiir müziğin içine bu kadar açık girebiliyorsa tam tersi de olabilir, olmalıdır. Ben şimdilik kitabın içindeki tüm metinleri “öykü” olarak tanımlıyorum. Ancak bu bileşik metinler geliştikçe “öykü”nün sınırlarını aşıp farklı bir formun habercisi de olabilirler. Bunu zaman gösterecek…

 

Ferhat Özkan: Form demişken… Mikro öykü, çok da yaygın bir tür değil, özellikle Türk edebiyatında. Birçok örneğini verdiğin bu tür hakkında neler söylemek istersin?

 

Ozan Çınar: Mikro Öyküleri yazmadan önce bu formda yazılmış tek bir örnek bile incelemedim. Tamamen içimden gelen sesi dinlediğimi söyleyebilirim. Epeyce yazdıktan sonra bir nefes alıp benzer formda öykülere bakma fırsatım oldu. “Kısa Kısa Öykü”, “Çok Kısa Öykü”, “Küçürek Öykü”, “Minimal Öykü” v.b. isimlerle yazıldığını gördüm ancak okuduğum metinlerle kendi yazdıklarım arasında dil veya kurgusal açıdan hiçbir bağ bulamadım. Aralarındaki tek ortak nokta çok kısa olmalarıydı. Bu yüzden bu tanımların dışında bir isim seçtim.

Mikro Öyküler’deki en sevdiğim nokta okuyucunun hayal gücüne bırakılan kısmın çok büyük olması. Bunlar çok kısa, kılavuz metinler. Bir paragraf okur ve hayal dünyanızla baş başa kalırsınız.

 

Ferhat Özkan: Ama hayal dünyasıyla baş başa kalmaya pek fırsat olmuyor işin açığı. Çünkü peş peşe geliyor öyküler.  Hele ilk okumada irade göstermek çok zor… Çünkü hemen ardından, bir satır altında bir öykü başlıyor. Arada boşluk da yok, başlık da… Bu türe çok da alışık olmadığımız için okumaya devam ediyoruz. Sadece “mikro öykü” ismine değil, sunum biçimine de pek alışık değiliz. Başlık koymamak, açılımı engellememe çabasının bir sonucu mu?

 

Ozan Çınar: Kitabın başında altmış mikro öykü var. Bunları arka arkaya çakan flaşlar gibi görmek lazım. Her bölümün sonunda akılda kalan karakterlerle de bir dünya yaratılabilir. Başlık koymamaya gelince, bence algıyı açık tutan bir durum… Bir de yazılırken çok doğal aktıkları için sonradan fazla müdahale etmek istemedim.

Senin yazdıktan sonra müdahalede bulunmadığın öykülerin var mı? Ya da bu düzenlemeleri hangi oranda yaparsın?

 

Ferhat Özkan: “Yazdıktan sonra” diye bir kavram yok benim için galiba. Ben bu öyküler kitap olana kadar sürekli ufak tefek dokunuşlar yapmaya devam ettim. “Evet, bitti… Bu öykü böyle işte,” diyorum bir yerde tabii. Ama sonra bir bakıyorum ki tekrar açmışım dosyayı, okuyup düzeltiyorum veya bozuyordum. Dergilerde yayımlanan öykülerde bile birçok değişiklik yaptım sonradan. Galiba şiir gibi, öykü de bırakılmıyor, bir şekilde onu terk etmek gerekiyor. Hatta şöyle komik bir durum da oldu. Kitap baskıya gitmeden önce bile, hata olmadığı hâlde değiştirdiğim cümleler oldu ve Burak Fidan’ı biraz uğraştırdım. Yine de onca titizliğe rağmen, veya daha doğrusu onca titizlenme yüzünden, insanın gözünün önünde duran hatalar çıkıyor. Hatasız kul da olmuyor, kitap da. Gerçi, arabesk göndermeli sözlerden de hoşlanmıyorum ama bir an çıktı işte böyle… Her neyse… Peki şimdilerde neler yazıyorsun?

 

Ozan Çınar: İkinci bir kitap… İçinden seçtiğim bazı örnekleri dergilerle de paylaşıyorum. İlk kitapta olduğu gibi kullandığım dilin dışında deneylere yer ayırıyorum. Mazgalların Altında ile bağları olan öyküler de olacak bunların içinde. Örneğin Azrail ile Üç Dakika’nın aslında bir üçlemenin ilk bölümü olduğunu göreceğiz.

Senin tarafta neler oluyor?

 

Ferhat Özkan: Yazıyorum ama neler olacak henüz ben de bilemiyorum. Yazıp göreceğiz.

 

Ozan Çınar: Kitaplarımızın gölgesinde gerçekleştirdiğimiz bu buluşmanın benim için ayrı bir yeri olacak. Bunca ortak noktaya sahip olduğum bir yazarla konuşmak beni çok mutlu etti. Umarım ileriki bir tarihte kaldığımız yerden devam ederiz. Teşekkürler Ferhat…

 

Ferhat Özkan: Raskol’un Baltası’ndan Logosoloji’yle birlikte çıkan diğer öykü kitabının seninki olması beni zaten sevindirmişti. Şimdi bu ilk söyleşinin seninle, Kitap-lık’ta olması da ayrı bir mutluluk… Ben de çok teşekkür ederim.

 

Kitap-lık, Eylül-Ekim 2013, 169. sayı.

Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on TumblrPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someone