Yıkıntı ve gizem… Yıkıntı ve gizem… Yıkıntı ve gizem dedim ona… Ne anlatıyor sana bu? Çaresizce boş boş baktı bana. Açtım sonra onun içini… Hayatında olmasından korktuğun en büyük şey nedir? Daldı sonra büyük düşüncelere. “Yıkıntı ve gizem” dedim. Yıkıntı ve gizem sonra. Nedir olacağından en korktuğunuz şey? Olsa yapışacağın yere, bir sürü gizem kapısının açılacağı bir tabak karpuz gibi önüne… Ezilerek “Bilmiyorum” dedi o. “Bilmiyorum, ne yapayım beni affet” Gözlerimi açtım, gözlerimi açtım, içimden bir güç, sorarken bana aynı soruyu; kutsalın terk edişi, uzaktaki kelimeler, anlamların dinastisi, bitiştirirken beni, elimdeki müge çiçeklerinin sopası… Gülerken size, acılarınızın beyazlığına… Ne önemi var saatlerin, buzların yerini değiştiren adam art arda art arda yıktıktan sonra dağları, evrenin yıkıcılığına katlanmak için, sonra karısının yüzü etrafında oluşan boşluğu okşadıkça, tacını tamir ettim karımın, daha iyi bağırabilsin diye halklara… Ve daha iyi vals edebilsin diye zeytin ağaçlarıyla… Hayal gücü çocuğum! Hayal gücü! Şiirini herkes anlamalı… Kabul ediş yüzü aydınlatır. Ona güzelliğini verense yadsıyıştır. Politik sapkınlıkların arasında şeytanların sessiz alkolü… Devrilin, devrilin demokrasiye! Enigmatik işler sahibi olacaksınız hepiniz, gizemli işler, senin işinse, senin işin Ey Kutsal Zeytin-i Yabancı: Bulmak… Neyin sana en büyük yıkıntıyı verebileceğine… Söz, fırtına, buz ve kan… O cümleleri bekliyor senden. 

Ayların yıldızları, zevk hıçkırıklarının yer altı dağları, artık ölüme uygun değil. Sevgilim derken bana, “Çıldırtıyorsun beni”, “Çıldırtıyorsun beni”, “Gel hadi”, “Gel bana”. Midemde oluşan buz dağları oynarken içimde, sessiz ve zevklice, “Tamam teğmenim” demeyi isterken ben ona,  gözlerinin etrafındaki siyah dalgaları içmek isterken sonra , “Ooh, ooh, ooh” diye gelirken o, o kelimeciklerin kaynağı taşlar… Ve dil kırılır burada… Dil kırılır… Kırılır… İkimizin evi arasında oluşan o sessiz, sıcak, ılık, hatta dalga boyu gibi…

Anayasa Mahkemesi sessizliğini bozdu! Ceberrut devlet çalışıyor! Neşter derine indi! Ve evet, Türkiye, Türkiye düşüyor. Düşmek istemez miydin sende böyle güneş bir daha hiç doğmayacakmış gibi? Yarınlar, karanlık ateşler gibi düşerken üstüne… Ve benim Politik Pastoral Duruşum: İki çatallı zülkarneyn kılıcı gibi boynuna düşmeden önce… Ve aydınlık bir laik gibi kendime sormadan önce neyin beni en çok yıkabileceğini ve bulmadan önce onun cevabını, buzlu dağların dantelâsında kaybolmadan önce “Yok işte yok! Hayır, bilmiyorum, en çok neyin bana zarar verebileceğini.” Açılan siklonlar ve kaktüs yağmurlarından önce tarih öncesi ödevlerim ve tarih sonu görevlerim; gizemli depresyonlar ve bütün evet demediğim disiplinler tek bir sözcüğe indirgendiğinde: Madam! Hayır Madam! Yok, sizin de diyebileceğiniz bir şey kendinizin sonu üzerine! Bunun kirlilik mi, hijyen mi, güzellik mi, hastalık mı olduğuna karar verebilecek ağız… Çaresizlik içinde çırpınan ve çürüyen korkunç baş… Yok işte, yok hayır, hiçbir melek üstü haklılığın!

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on TumblrPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someone