İsmail Pelit’in henüz yayımlanmamış Ahmet Güntan’a Ölüm romanından bir bölüm:

 

birinci parça: ‘mektup beklemenin uzayı’

mektup, modası geçmiş bir çalgıya benziyor ismail. şimdi bu çalgının sağlam görünmeyen tellerine seni düşünerek dokunuyorum. yok. çıkan sesler beğenilecek gibi değil. az önce dinlediğim cazla kulaklarımı çalkalıyorum. ruhumu seninkine hareket ettirecek güç müzikte, kelimeler feci çirkin. birkaç düzgün şiirde ancak tahammül edebiliyorum onlara.  doludizgin piyano, kelimelerin taşıyamayacağı manayı istemesen de kulaklarından içeri bırakıyor. yağmurda unutulmuş bir kova gibi kendiliğinden doluyor sana mana, orada olman yeterli. bedenin içindeki boşluklar içeri çekiyor sesleri. geri kalan her şey kılıç gibi, kurşun gibi boşluklarıma dokunmadan dolu yerlerime saplanıyor, kan döküyor. niye uzaklaştım insanlardan?

müzikten sonra, hemen sonra evet diyorum, iyi müziğin yanında bir ustura hediye etmeli insanlara. dillerini kolayca kesip müziğe dönebilsinler diye. müziği beğenmiyorlarsa kulaklarını da kesebilirler elbet. hem kelimeleri unutursak tanrı çekilir aradan. yo kızma hemen! senin inandığın tanrı’ya değil sözüm. sen zaten allah’a inanıyordun değil mi? sen onu sevdiğine göre, aramızda ona bir yer açabilirim. benim sözüm, annemin tanrı’sına. hiç sevişmeyiz. tanrı kelimesini sevmem. sevmediğim bir şeyi sevmediğim bir kelimeyle anıyorum garip bi durum. ağzıma, kalemime aldığım bir kelimeyi sevmek istediğim için mi kimselerle pek konuşmuyorum?

annem de sevmez ama inanır ona. abim öldüğü gün, annem tanrı’sını sevmez oldu. kötüsü, beni de tanrı’sıyla birlikte siliverdi bi çırpıda. nasıl yani, diyor musun? boş ver. abim, güzel bir adamdı. şiir yazdığı için öldü. al sana benimle ilgili bir esrar daha. çözmeyeceğim. kelimeleri sevmiyorum. kelimeler bana ölümü hatırlatıyor. sana hatırlatmıyor mu sanki? her okuduğun şiirden ölüme kapı açabildiğine göre. ne biçim bi çocuksun sen!     

senden sonra eve dönünce içine kitaplarımı yığdığım bavulu açtım. “mektup beklemenin uzayı” çıktı karşıma. ne diyor bu herif şimdi? elindeki kitabın şairini pek tanımadığını söylemiştin. tanımadığın halde onu bir şiirinden etkilenerek öldürmeyi düşünmen, böyle bir hikaye anlatman, şaşırttı beni. sevgiyi ölüme alet etmen karşısında diyecek söz bulamıyorum hâlâ. seninle aramızdaki yaş farkına inanamadığım gibi, söylediğin bazı sözlerin de senin yaşında bir çocuktan çıkabilmiş olması karşısında, hah diyorum dünyada görülecek daha neler var? bana neler öğreteceksin daha? sırf sen okumamı istedin diye gidip aldım ismet özel’i. ama sen ahmet güntan’ın ilk kitabını bulamamışsındır. gel ankara’ya, tüm hayallerinle birlikte, akıl almaz meraklarınla birlikte. yine gel. gel. gel ölümden bahset yine. keskinleştirdiğin düşüncelerini açıkla. gel. ilk kan’ı birlikte dökelim.

bendeki “ilk kan” güntan’ın bir köşeye çekilip kırmızı kalemle imzaladığı bir nüsha. saçım o gün her zamankinden farklı bir renkteydi, sebebini şimdi sorma. adımı kazıdım tabii kitaptan. “bir arkadaşım için imzaladı” yalanını söyleyeceğim gözünün içine bakarak. sen de inanacaksın. dostluğumuz böyle işleyecek. şarapla yumuşatılmış, müzikle gevşetilmiş bir gecede, şimdi, burada adını anmadığım dostların içinde bir kenarda oturan ben, hiçbir şeyi düşünmeden sadece sesler arasındaki boşluklara bakarak müziği arıyordum, sonra o kitabı elime aldım. hemen kafamdaki müzik dışarı çıkmaya yer aradı. ahmet’le konuştuk mu bunu hiç? sohbetimiz yoktu pek. ama içimizde aynı sızının olduğunu, bizi aynı yöne ittiğini görebildim. onu erdinç daha yakından tanır. ikisinin aşk bilgisi birbirine benzemediği için birbirlerini anladıklarını düşünürüm ben. boş ver bunları, anlatmamalıyım. madrigal nedir bilir misin? kısa bir şey. çok kısa. ağulu bal gibi olmalıdır. çalgıları gereksizleştiren bir form. tam senlik. topluluk ruhuna inanıyorsun ya, koro gerekli. gövdeler yan yana. sesler sıra sıra çıkmalı. müzikle ilgin olmadığını söyledin, yalancının önde gidenisin: “hayatımı bestelemek için bir şeyler gerekli bana” dedin. sana gerekli olan her şey sende. senin elinde aslında. benim kadar sen de esrarlısın, ama söz verdiğim gibi, benden bazı gerçekleri isteme, beni sana gösterdiğim kadar tanı. adım, ya da buna benzer yaftalar önemli değil. olmamalı.

mektubunu birkaç kez okudum: açtığın yolun sonunu beğendim.  hikayesini anlattığın ölümü de. beni öldürecek kadar sevmeni de beğendim. kağıt üstünde beni öldürmen beni nasıl diriltti! kendin için seçtiğin ölümü kıskandım tabii. ahmet güntan’ı bir arabada öldürmek zorunda mısın? onun o şiiri hangi masada yazdığı neden önemli olsun? ahmet’in umurunda değildir mobilyalar. hatta ev düşüncesi bile farklıdır. sandığın kadar sıkışık, kapalı bir hayatı mı var? derinleşmek için zaman kollar, şiirine bakınca görmüyor musun? gerçi “ilk kan”ı okumadın sen.  ölümle şaka olmaz ismail, bunu bu yaşta anlaman çok tuhaf, anladığın halde yaşayan birini öldürmekten söz eden bir hikaye anlatabilmen kolayca yanlış anlaşılacak bi iş. senin umurunda bile değil biliyorum. sevgiyi ölüme getiriyorsun, ölümde biriktiriyorsun. ölümü bir kumbara gibi anlamlı olan her şeyle doldurduğunda hayat bomboş kalıyor, benim hayatım gibi. 

senin aşık olduğunu düşünemiyorum, aşkından ölürsün sen. yaşayamazsın. benim gibi sürünürsün.

ben bir hikayenin içinde senin istediğin şekilde ölmeye razıyım. ahmet razı olur mu? zevk bile alabilir. onu bu derece önemsemen, şiirinde hayati bir anlam bulup bunu ölümle göstereceğine inanman karşısında her şair zevk alır. ciddiyetin korkutabilir, tüyleri diken diken edebilir. bu yüzden kendi köşende kalıp yazmaktan söz ediyorsun. deli misin sen? yazdıklarını bastırmak için ölmen niye gereksin yavrucum! “ölümden sonra basılsın istiyorum yazdığım her şey” duyan da yetmişinde biri sanır seni. hay allah nasıl bi çocuksun sen!

ahmet’in kafasının iyice karışık olduğunu duydum, ona şimdi ulaşabilir misin? ulaşırsın elbet. sana cevap verir mi? onu tanıdıysam verir. vermediğinde rahatsızlık duyar. özgür, onunla ilgili bir şey söylemişti: ece’nin bir tanıdığı bir laf getirmiş. adamın peşine düşmüş. aslı nedir diye. başkası olsa küfreder belki. ahmet sevmeye hazırdır. anlamaya hazırdır. kolayca anlatmaması bundan, şiirlerinde nasıl da anlatıverir. bırakıverir içindekini. tüm kapılar açık. ahmet’in kafası karışık, sebeplerini anlatmam doğru olmaz. bana düşmez. ona ulaş, ama buna cüret edemem diyorsun. hiç anlamıyorum seni.

lafı böldüm yine, ben de böyleyim, müziğim gibi, tabii sen bilmiyorsun, benim müzikle uğraştığımı hiç bilmeyen bir yığın adam var ki beni çok iyi tanıdığını söyler. imkansız bir şey, lüzum hissetsem anlatırdım kendimi. öne çıkmak çocuk oyuncağı, orkestra ile ne işim olur benim. bilmiyorsun hepsi burnu havada tipler. kafam karışık. tıpkı ahmet’inki gibi. şimdi “ilk kan”ı bu kafayla okurken, daha iyi mi gördüm nedir? karışık kafa kadar dünyada umut bağlanacak bir şey yok. tüm net düşünceler, ifadeler karışık kafalardan çıkar. duru sular. susuzluktan gebermesek niye müziğe, şiire koşalım sanki.  üçümüz bir arabada araba son hızla giderken, beni, ahmet güntan’ı kendinle birlikte aynı boşluğa savurduğunda, kafanda dönüp duran mısranın manasını kavrayacağını düşünüyorsun. delisin. ancak müzikle uğraşabilir senin gibiler. ahmet’e gelince, o daha ilginç biri: onun için düşündüğün ölüm, çok hızlı. vitesin kırılıp kalbine saplanması gibi bir ayrıntıyı nasıl düşünebildin?

bu arada bana kötü şiirlerini yine gönder. deli çocuk. kötüymüş. tamam kafiyede ısrar etmen, müziği araman seni tedirgin etmiş belli. takılma buna. hatta o şiirleri ahmet’e de gönder. belki o der sana gel beni öldür arkadaş, diye. dediğini yaptım, ismail’in anlamı neymiş öğrendim.

şimdi bir arya var, plak nasıl nameli dönüyor, duysan, kulak versen tam senlik aslında.

gözlerinden öperim, çok şarap içtim sakıncası var mı canım benim?

minör altan

Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on TumblrPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someone