Elvin’e.

 

Az önce bir kedi ölmüş. Dibimizde. Ben yürüsem yedi adım, sen yürüsen minicik ayaklarınla onu geçer. Aslında az önce değil, günler olmuş öleli ama biz az önce haber almışız. Haber alınca o an olmuş gibi gelir ya. İşte öyle. Kurtlar bizden önce haberli.

Kürekle almışlar kediyi. Kürekle plastik bir torbanın içine atar gibi. Gibisi çok. Atmışlar. Göğsü elinin altına yuvarlanmış, başı gri bir kar topu. Ağırlığından ağır.

Kolu bacağı kurtlanmış, şalımın gerisindeki gözlerim izlemekle saklanmak arasında. Şalım da senin. Hint şalıymış, öyle dedin.

Adam almış kürekle, “Amma da ağırlaşmış” demiş. Bak, demiştim Elvina. Ağırlığından ağır.

Sen bahçeye çıkmaya korkmuşsun, öyle bir korkuymuş ki bu, bacaklarındaki çorapların rengi atmış. Oysa sabah ölesiye pembeymiş. Şimdi senin o kedinin ölmeden önceki halinden ne farkın var?

Bugün, sevgililerimiz eski yeni evet ya da hayır tüm sevgililerimiz hakkında ne çok konuştuk. Bahçede. Üzerimde senin şalın. Hint kumaşı ya da Hindistan’dan gelmiş. Detay vermemişsin ya da ben duymamışım.

Biz iyi ki varız biliyor musun Elvina. Sen, ben iyi ki varız. Geçkin bir zaman aralığında içimiz dışımıza vurmuş, suratımızın kemiklerinde beton, isteksizliğimiz nabzımızın üzerinde, ölü bir kedinin, ölü ve kurtçuklu haline üzüldüğümüz için iyi ki varız. Üzüntüden ben bakamamışım, sen kapıdan girememişsin, öyle basit.

Midemiz bulanmış. Öyle çok bulanmış ki sen elinle ağzını kapatmışsın, ağzın bir garip toprak kurusu. Birinin dudakları nasıl kahverengi olur insan hayret ediyor seni görünce. Ben şalıma iyice sarınmışım, şalım Hint belki de Hindistan. Ben de Hintli bir kadınım ya da Hindistanlı, kaşlarımın ortasında sulu bir nokta, ha düştü ha düşecek durmuşum. Ne tuhaf değil mi; bir an var, şu an yaşadığımız, o da küçük küçük kıtalara bölünmüş, kıtalar ülkeler olmuş, ülkeler büyük şehirlerin basit semtlerine dönüşmüş. Basit bir semtte, eskiden huzurevi şimdilerde alt katları ofis yukarıları gürültüsüz ailelerle dolu bir apartman bahçesinde, ölü bir kediyle oturmuşuz. Saatlerce. Sana on, bana yedi. Hemen, dibimiz.

Aklımız bir türlü almamış Elvina. Sen “aman yarabbim” dediğinde seni şiir okuyor sanmışım ama sen sadece sevinçli anlarda şiir okumak istermişsin. Sonradan öğrenecekmişim.

Ölü kediyi adam daha almamış kürekle. Adam bahçeye bile girmemiş daha. Çorapların henüz pembeymiş. Öyle ki sen de poşeti vermemişsin adama. Biz ölü kedinin varlığını bilmezken konuşmalarımızı başka bir kedi sesi kesmiş. Başka bir kedi, ölü kedinin yanından geçmiş. Anlamamışız. Kedi, ölüden tarafa hiç bakmamış. Nasıl olur da arkadaşına üzülmez insan, diyecekken susmuşuz. İnsan değilmiş ki o kediymiş. Kedilerin meğerse hiç arkadaşı yokmuş. Zaten insan olsa da üzülmeyebilirmiş.

Otuzlarındaki adamın elinde poşet. Tekrar. En başa dönmüşüz. Sen poşeti vermişsin artık. Artık boş değil, açık mor poşetin içinde dev tüy yumağı. Sanırsın elektrikli süpürge çöpü; saçlar, kıllar, iplikler birbirine düğümlenmiş. Kim inanır onun bir et yığını olduğuna? Et yığını olup da beklediği her gün daha da ağırlaştığına? Üç kiloysa altı kilo mu oldu, demişiz. Nasıl olur, demişiz. İnanamamışız. Adam gülerek yanımızdan geçmiş, geçerken de “aldım aldım” diye sevinmiş. Sen hâlâ kapının önündesin, ben bahçede sandalyede oturuyorum, sen benden önce görmüşsün cenazeyi, ölüyü, süpürge çöpünü. Ben senden dört adım sonra. Ne fark eder? Ben hâlâ bakamıyorum sen hâlâ kapı önünde bir bacağın basamakta, çıkamıyorsun. Halimiz, senin sevinçli şiirlerine uymamış.

Tam gittiler sanmışız, sen yanıma gelmişsin, kadife kazağını bacaklarının üzerine üzerine çekiyorsun, hava soğuk, havalar daha da soğuk olacak, dün haberlerde görmüşüz. İkimiz, bambaşka yerlerde. Ben ölü kedinin bahçedeki boşluğuna takılmışım. Halbuki karşımdaymış, nasıl görmemişim, gerçi görsem de ne yapacakmışım. Bir kadın gelmiş, başka hayatlarda daha güzel olabilecek bir kadın. Yere kadar eteği bahçeyi temizliyor. Kocası ameliyat olmuş, ufak bir operasyonmuş, ciddi değilmiş durumu, ama iki gündür ondan yokmuş, nasıl olsunmuş, küçük de olsa ameliyat ameliyatmış…  Kadın anlattıkça biz kediyi unutmuşuz Elvina. Nasıl olduğunu anlamadan unutmuşuz. Kocası daha büyük bir acı olmuş bizim için. Tüm kocalarımız ve karılarımızdan daha büyük bir acı. Kocasının ameliyat yerlerini düşünmüşüz, kadın detay vermemiş. Bu kadar çok konuşup da nasıl bunu atlar, demişiz. Ben, nedense yüreğini düşünmüşüm adamın, bir neşterle kenarından kesilmiş; sen, sağ bacağındaki varislerden birine takılmışsın. Ayrı ayrı pek üzülmüşüz Elvina, varislere, yürek ameliyatlarına, kocasına. Kadına da üzülmüşüz, hem de bu kadar konuştuğu için kızmışız. Ama ne sen ne de ben hiçbir zaman yabancılara kötü hissettirmemişiz kendini. Bu da bize çocukluğumuzdan kalmış. Bambaşka yerlerde. İkimize.

Şimdi, kadın olmadığı iki günün telaşıyla gidiyor kedinin boşluğuna. Bak yine geldi oturdu içimize. Ne kediymiş diyoruz içimizden. İçimizde oturan bir kediye, içimizden söyleniyoruz. Kadın da kendi kendine söyleniyor, kurtlanmış, diyor nasıl gidecekmiş bunlar, sulamak gerekmiş. Biz de böyle olacakmışız toprakta. Üzerimize belgesellerde oynayan kurtçuklar birikecekmiş. Yiyecekler ve yiyeceklermiş bizi. Kadın demiş tüm bunları. Aslında iyi de olurmuş, yabana gitmezmişiz. Kurtlar asla yabancımız değilmiş.

Kadın gitmiş Elvina. Kurtlardan önce o gitmiş. Bu kokuyu duymamamıza şaşırarak gitmiş. Otuzlarındaki adam gitmiş, kedi gitmiş. Fark etmemişiz. Bu bahçeye oturduğumuzda neyi fark etmişiz ki zaten? Sevgililerimizden, evetlerimizden, hayırlarımızdan, kocalarımızdan ve karılarımızdan başka neyi fark etmişiz?

Az önce bir kedi ölmüş, yine konuştuk. Tam iki saat ölü bir kediyle oturmuşuz. Bana yedi sana on. Dibimizde. Kokusu alt komşuya değmiş de bize neden değmemiş Elvina? Burunlarımızı hangi çiçekte unutmuşuz?

Sen Elvina, iyi ki varsın. Kediler, kadınlar, otuzlarındaki adamlar, kocalarımız ve karılarımız iyi ki var.

Kendim için iyi ki demeyeli on beş dakika olmuş.

Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on TumblrPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someone