Metin Yazar’ı bilen bilir, Yazar’ın hikâyesi bir bakıma devrimci bir şairin trajedisine yazıldığı günlerde geçmiştir. Geçtiği yıllar malumunuz. Yazar’la ilgili boy tarifi veremiyoruz, kilo derseniz hak getire… Kumral mıydı, sarışın mıydı, esmer miydi sayın Yazar? Bunu da bilmiyoruz. Resmiyet kazanmış yalanlarda geçen Sienpiler gibi mavi pigmentli gözleri var mıydı yazarımızın? “Bundan bize ne” deyip işin içinden sıyrılabiliyoruz.
Sırf ekmek parası kazanmak adına reklamcılık yapan Metin Yazar, reklamcılığın devrimci şairliğini törpülediğine inanıyordu. “Özgürlüğünden metinler eksilten” Yazar’ımız, metinlerden metinlere çekimlerden çekimlere zıp zıp zıplıyordu. Ama işte bir gün bir an bir aralıkta, her insan gibi, hayatının fırsatını yakaladığına vehmetti. Can Yayınları, Kapital’i cep kitabı formatında, yeni bir çeviriyle basmak istemiş, üstelik reklam işlerini de Yazar’ın çalıştığı Zoom Ajans’a vermişti. Bu sırada Metin Yazar’ın gözünde bir ışık göründü muhtemelen, sonunda istediği, hayalini kurduğu bir fırsat karşısına çıkmış, böylece Kapital gibi devrimci bir eserin tanıtımını yapmak onun kalemine bırakılmıştı. Hem böylece devrimci bir eseri tanıtırken, o dönemlerde kapitalizmin yükselen yıldızı olan reklamcılığın “sihirli” ve “aldatıcı” dilini kullanabilecek, üstelik yazacağı reklam metnine devrimci mesajlar sıkıştırma şansını da yakalayabilecekti. Günlüğüne, bu reklam işini alınca, koşa koşa eve gidip, Nikitin’in Ekonomi Politik’ini okuduğunu ve bu kitaptan notlar tuttuğunu yazmıştı. Biz yine de, Metin Yazar’ın Max Weber’in Protestan Ahlakı’nı çaktırmadan okuduğuna dair izlenimlerimiz olduğunu belirtelim. Ama şimdilik bunları açıklamamayı tercih ediyoruz. Üstelik Yazar’ımızın Adorno’ya göz ucuyla da olsa bakıp bakmadığı hâlâ meçhul. Ne de olsa, her faşist dönemin ertesinde olduğu gibi, Adorno yıllarıydı. Adorno’nun “sanat muhalefetin yegâne kalesidir” tezi kapı gibi duruyordu. Nasıl bir kapı mı? Kale kapısı, Arz kapısı, El kapısı… Tam kestiremiyoruz.
Neticede Metin Yazar’ın içinde bulunduğu çelişkili ve depresif ruh haline, bu tanıtım kampanyasının, su serpmiş olmaması imkânsızdı. Ama işte bizim Metin Yazar ne yaptıysa olmamış, yazdığı metinler; ya patronu tarafından kaba solcu olarak değerlendirilmiş ya da Kapital’i bir çamaşır suyu ürünü tanıtır gibi haddinden fazla reklam diline yasladığı için müşterilerce eleştirilmişti. Artık üçüncü bir metin kaleme almaktan başka bir çaresi kalmamıştı yazarımızın. Yazarımız metindi. Reklamcılık metinse, yazarlık çetindi ne de olsa… Yazar işe koyuldu, işe koyuldukça kendini kaybetti; kendini kaybettikçe… ve tahminen bu böyle sürüp gitti. Bundan sonrasına dair net bir fikrimiz yok. Sadece şunu biliyoruz; Metin Yazar bir gün sırra kadem bastı. Ardında günlüklerini ve ajanstaki masasına bir not bırakarak ortadan kaybolmuştu Yazar’ımız. Bıraktığı notta şöyle yazılıydı: “Artık bir üçüncü yol lazım, ona bakmaya gidiyorum, dönecem.”

***

Metin Yazar asla dönmedi. Belli ki çıkmaz sokağa girmiş ya da dönüşü olmayan bir yola sapmıştı. Ne fark eder; yoldu, sapaktı ve dönmekti derken… Artık asıl soru şuydu; “Metin Yazar nasıl kurtulurdu?” Metin Yazar, Fransız okullarında iyi yetişmiş biri olsaydı ya da diyelim ki sinema okumak için gittiği Paris’te Godard’la tanışma şansını yakalayabilseydi, belki onun açısından çok şey değişebilirdi. Godard’ın birkaç atölyesinde o parlak zekâsını gösterebilme fırsatına erişince, ülkesine döndükten sonra bu imajıyla bazı tiyatrolarda rejisörlük yapabilir, hatta yabancı ortaklı reklam şirketlerine danışman bile olabilirdi. Hadi bunlardan hiçbiri olmadı diyelim, yaptığı eskizlerle veya tablolarıyla adını çoktan duyurmuş olabilir, gizemli ve meşhur biriyken, onu merakla bekleyenlere, esrarengiz imgesini ve pozunu bozmama kuralını bir defalığına da olsa çiğneyip “Sev Galeri”de bir sergi açabilirdi. Açacağı sergide hayranlarının karşısına çıkar, serginin sonunda, son çalışmalarını, modern sanatın o müthiş zirvesini, son enstalasyonlarını gösterip; geceden kara bir pelerinle “Hepinizin ağzına sıçayım, sizi gidi sanat sikişçileri!” diyerek büyük bir sükse yaratabilirdi. Böylece hiçbir zaman kaybetme riski olmaz, “mağlup” olmasının konforunu ilelebet payidar kılabilirdi. Böylece yarattığı büyük sükseyle her profesyonel mağdur gibi malum inzivasına çekilmesi de seçenekleri arasında ağırlık kazanmış olurdu. Mesela, Büyükada inziva için uygun bir mekândı. Ne de olsa, sistemin çiğneyip tükürdüğü herkesin gittiği o inzivada sarımsak soğan ekmek de ciddi bir sektördü. Uygun mekânında, Büyükada’da barakasında yaşayabilir, brendysini yudumlarken konulu “şiddet”ini ve “öfke”sini yansıtacağı modern Metin’ler kaleme alabilirdi. Hatta Yazar’ımızın mekân seçimi konusunda sıkıntı yaşamayacağı da malumumuzdu. Pekâlâ, Akdeniz’de bir Yunan adasına da kendini atabilir; Meis’ten, Kaş’ın ve Kalkan’ın ışıklarını seyreder, ülkesinin seçilmiş diktatörlüğüne sunturlu küfürler sallayabilirdi. Hatta bunlarla da yetinmez, ara sıra ülkesine döndüğü zamanlarda; siyasette de şansını deneyebilir, henüz kurulmuş Yeşil-Mavi Partisi’ne girebilir, kendinden eminlik histerileriyle “profesyonel mağdurluk” tezini güçlendirebilirdi. Ama bizim Metin Yazar demokrasi için evdeki bütün bulgurları saçacağı için, oligarkların demokrasi adına makas alma oyunlarında onları desteklemeden de yapamayacaktı. Ne de olsa, demokrasi can’dı, metin’di. Onun bekası için gerekirse kol bacak kafa kırılır, yen içinde kalırdı!

***

Henüz bilmiyoruz, belki de Metin Yazar hâlâ aramızdadır. Pekâlâ ismini değiştirmiş de olabilir, neden olmasın? Şehirler metropollere tellal iken, Çamlıca’da cami projeleri oligark berberlerinken bir türlü gelmeyen bir Metin Yazar masalı devam ededurdu. O gelmedikçe Metin’ler gittikçe çoğalıyordu. Artık her nasılsa herkesin kendine göre bir Metin’i vardı.
Kimine göreyse Metin Yazar, bu çiçeği burnunda Yeşil-Mavi Partisi’nin sokaklara asla çıkamayacağını, sokaklarda bir varlık gösteremeyeceğini bileceği için, yine mutsuz olacak. Yazar, 3. sayfa cinayet haberlerinin manşetlere taşınmasında kapitalizmin bir oyununu görecek, seçilmiş diktatörlüklerin iktidara gelmelerine, insanların bu topraklarda gizli bir din olan “ihbarcılıkla” birbirlerini kırmalarına sonsuz bir öfke duyacaktı. Biliyoruz, bu üçüncü Metin Yazar fazla zorlamaydı. Bu konu, III. Metin’in olan biten karşısında kendini daha çok alkole vermesiyle bağlanabilirdi. Tabii bu arada spekülatörler adrenalin seviyesini hoplatmaya devam edecekti. Yazar’ımız herkesin “o büyük orgazm”ı beklemesini, çekildiği köşesinde izlemeye koyulabilirdi. Zaten evden hiç çıkmadığına dair söylentiler ayyuka çıkmıştı. Bu arada yoga kursları artmış, Mücahitler müteahhit olmuş, mütedeyyin ve mağdurlar parasal ve ruhsal olarak semirirken, aldıkları kiloları ve haliyle genişleyen basenlerini sığdırmak için 4×4 ciplere çoktan binmişlerdi bile. Muhtemelen bu sırada o beldelerin hit parçası “Mağdurum ben mağdurum!” olacaktı.

***

(Büyükada vapuru. İki adamın konuşmasına odaklanıyor kadraj. Yağmur serpiştiriyor. Sert bir rüzgâr. Üşümüyorlar. Hafif büzüşmüşler. Çay-kanyak.)
– Partiden de ayrıldınız sonunda, gerçi sizin bu tür işlerle hemhal olacağınız aklımın ucundan dahi geçmezdi sayın Yazar.
– Evet, o yanlış bir tercihti. Bence artık siyasetle uğraşmak, üç gelinlik giyen Godard’ın eşeği gibidir, bu kutsal bir üçlemedir, “fahişelik-devlet-kutsal kitap”, bunların hepsi erke çıkar. Sonuçta bu sistem bakire ister, el değmemiş olsun ister, çünkü kendini hep en yakışıklı damat görmek ister. Üstelik hem albayın oğludur, hem de ağanın en büyük kardeşi.
– Ama bunlar kendinden çok emin sözler sayın Yazar. Ben, “tamamlanmışlık duygusu”na inanmıyorum. Yoksa o gün Kurtuluş’ta “Yeter lan, iflahımı siktiniz” diyen pazarcıyı nasıl anlayabiliriz ki? Anlasak bile, onunla aynı otobüse binemeyiz gibi geliyor bana.
– Katılmıyorum.
– Katılmamak sizin huyunuz sayın Yazar, tam da bunu diyordum.
– Boş versene, bütün biçimler hep aynı şeye çıkıyor, yıktıklarına benzeyen biçimlerle devam ediyorlar, ben halimden memnunum.
– Memnunsunuz ama huzurlu gibisiniz sayın Yazar. Ben huzursuzluğun patlayıcı gücüne inanıyorum. Eğer insan kendisinin fünyesini çekecekse, etrafa saçılsa da, nefretiyle, korkularıyla, çıplaklığıyla çarpışmaya hazır demektir. Bunun ardında kendinden vazgeçmişlik yatar. Bu, insanı sıfırlayan ve rahatlatan bir şeydir. Sahi siz hiç kendinizden vazgeçtiniz mi sayın Yazar?
– Katılmıyorum.
– Doğru anlıyorum galiba. Vazgeçmemişsiniz.
– Boş versene! Bir kere, bu devrimci dedikleriniz, babalarına bile “hayır” diyemeyen adamlardır allah vere, bunlar mı patronlara kafa tutacak? Devrimciliklerini yiyim onların! Bunların kurdukları sözümona partileri de böyledir işte, zayıfı gördüler mi üstüne çullanırlar!
– Katılmıyorum. Asıl, babasına “hayır” diyemeyenin öfkesini savunmak daha doğru geliyor bana. Aksi takdirde geriye kalan sadece bencilliklerimiz olurdu. Siz resmen egoyu savunuyorsunuz sayın Yazar. Her şeye “hayır” demek, hayatın kendi etrafında döndüğünü zanneden patolojik bir trilobit yapar insanı ancak.
– Katılmıyorum.
– Katılmıyorum.
– Ben de.
– Ben de.

(Kadraj vapurun direğine döndü. Direğin üstünde kırmızı ispirtolu bir yazı: “Arayan bulur”. Hemen altındaysa yeşil ispirtoyla: “Ara beni boya beni :)”. Bir ara Metin Yazar görüldü sanki.)

Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on TumblrPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someone